GÜLER YÜZLÜ ve ÇALIŞKAN BİR TÜRKLÜK BİLİMCİSİ

İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi Öğretim Üyesi

Rahmetliyi, 15 Ekim 1993 Cuma günü, aynı gün göreve başladığımız Sakarya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün kuruluş zamanlarında tanımıştım. Üniversite ve Fakülte henüz bir yıllıktı ve mahrumiyetler içindeydi, değil bina, oturulacak oda ve ders yapılacak müstakil sınıflar da yoktu, demirbaş eşyalar ortaklaşa kullanılıyordu. Bir koridorda üç dört bölüm, başka bir kuruluştan geçici tahsis edilmiş bir binada ise neredeyse iki, üç fakülte vardı. Osman Nedim beyin kurucu başkanı olduğu Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne verilen, tarihçilerle paylaştığımız odada yedi sekiz kişiydik ve masalarla sandalyeleri duruma göre münavebe ile kullanıyorduk ama yaklaşan kış günlerini ısıtan bir güzellik vardı: Rahmetli Hocanın daimî güler yüzü eşliğindeki seviyeli sohbetleri ve kendisinden başka kimsenin ısmarlamasına izin vermediği sıcak çaylar, çaylar… Küçücük odamızdaki beş masada yedi sekiz kişiyi nezaket ve asalet bir arada tutuyordu. Bir yıl sonra Erzurum’daki kırk yılını tamamlayıp aramıza katılan Prof.Dr. Orhan Okay ve Malatya’dan gelen Dr. Zikri Turan ile oda bu ilim ve kültür ocağının sevimli bir nüvesi olmuştu. Arada bir bana da düşen masamı hissettirmeden ve sevincimden Orhan Beye bırakmış, boş bulduğumuz sandalyelerle idare eder olmuştuk.

Ben ilk iki yıl, kurucu başkanımız Osman Nedim Beyin yardımcılığını yaptım. Sonra da rahmetli Orhan Okay hocanın muavini oldum. Tuna hoca, idarî konuları tamamen bana bırakır “Mehdi bey, siz ne gerekirse yapın, gerektiğinde ben imza atarım.” der, formaliteden pek hoşlanmazdı. Okay hoca ise yazışmalarla ilgili önce kendisi müsvedde yazar, bana gösterir, bilgisayar çıktısını götürdüğümde kontrol eder, imzalar ve gönderilmesi için bana teslim ederdi. Lisans programının oluşumunda ve lisans üstü sınavlarda da ben iki hocanın arasında zaman zaman elçi gibiydim. Bu süreçte her ikisinin tavır ve üslubundan hayli nasibedar oldum. Kibar, efendi, söz ve tavırları ölçülü, hoş insanlardı. Hele ders olmadığı, boş diyebileceğimiz çay saatlerinde ikisinin pencere yanında karşılıklı masalarında iken nazikâne, nüktedanca ve fakat mesafeli, medenice sohbetlerinden hafızamızda hoş sadalar kaldı. Birbirlerine, Amerikan filmlerindeki baş oyuncudan İstanbul Şehir Tiyatrosunda temsil edilen Hamlet piyesine kadar hatırlattıkları neler yoktu ki ? Konuşmalarında söz asla ayağa düşmez, bir başkasının da bu havayı zedelemesine fırsat olmazdı. Her iki hocayla TEK Misafirhanesinde haftada bir veya iki akşamlık sohbetlerimiz de aynı minval üzere iki üç mevsim devam etti. Türkiye Elektrik Kurumu’nun misafirhanedeki personeli de bu iki güngörmüş hocanın tesiriyle söz ve davranışlarına daha bir dikkat eder olmuşlardı.

Osman Nedim bey, göreve başladığımızın haftasında, dört Araştırma Görevlisi Kenan Acar, Selçuk Kırbaç, Yılmaz Daşcıoğlu ve Hüseyin Yorulmaz’ın katılmasını istediği Türk Dili Seminerlerini başlattı. Benim hoca olmam hasebiyle katılmayabileceğimi söylemesine rağmen ben “Olur mu hocam, böyle bir fırsat bir daha elime geçer mi ?” deyip bütün seminerlerine ve sonra açtığı lisans üstü ders ve sınavlarına memnuniyetle bir talebe dikkat ve heyecaniyle katıldım. İyi ki de öyle yapmışım. Zaten mizacıma yakışan da buydu. Tuna Hoca, o yılın bahar döneminde hem doktora hem de yüksek lisans programını açtırmayı başardı..Orhan Bey ile Zikri bey de gelince, 1995-96 Öğretim yılı itibariyle lisans programını 30 kadar öğrencimizle başlatmıştık. Onlar şimdi çeyrek asırlık edebiyat öğretmenidirler. Aralarında doktora yapanlar, üniversite hocası olanlar var…

Osman Nedim bey, garip bir “yaş sınırlaması” maddesiyle 1996’dan sonra başkanlığı Orhan beye bırakmakla kalmadı, derslere de giremedi. Böyle bir mantıksızlık olabilir miydi ? Sağlığı yerinde bir âlim hiç sınıfından ve öğrencilerinden ayrılır mıydı ? Danışmanlıklarını biz üzerimize aldık ama çalışmayı yaptıran oydu. O sıralarda kendisinin söz ve davranışlarından epeyce hocalık üslubu kazandık. Güler yüzlü bir disiplini vardı. Birazcık geç kalsak, “Neredesiniz ?” diye telaşlanır, geldiğimizde yüzü aydınlanır, çaylarımızı ısmarlar, anlatmaya başlardı. Rahmetli hocalarımız, Prof.Dr. Muharrem Ergin ile Ahmet Kabaklı, fakülte yıllarından arkadaşlarıydı. Onlarla ilgili sevimli hatıralarına pek itiraz edemezdik. Hatta Kabaklı Hoca’yı “Milliyetçiliğe ısındıranın kendisi olduğunu söylemesi” beni hem şaşırtmış hem de Kabaklı Hoca’ya selamını bu bilgiyle götüremeyeceğim hususunda sıkıntı yaşamıştım. Çünkü o da Osman Nedim beyi o yıllardan tebessümle hatırlıyordu. Birbirlerine daima saygılı idiler, öyle yetişmişlerdi. 

Osman Nedim bey, TEK Misafirhanesinde akşam yemeğinden sonra oturur, zaman zaman fakülteden katılan hocalar ve gençlerle bir iki saat kadar sohbete dalar sonra odasına çekilir, geç saatlere kadar çalıştığını sabah karşılaştığımız kahvaltıda anlatırdı. O sıralarda “Türkçedeki ses denklikleriyle uğraştığını”, taşınması için kimselere vermediği, ağırca, meşhur çantasının bu bilgilerle yüklü olduğunu hepimiz bilirdik. Bir İstanbul buluşmasında Selçuk Kırbaç’ın da bulunduğu bir akşam, arabamla kendilerini Çamlıca Belediye Tesislerine çay sohbetine götürdük. O çantanın araba bagajında kalmasına dayanamadı, her nasılsa benim taşımama izin verdi, sonra döndük, çantası elinde, benim evimden iki üç sokak ilerde Erenköy-Kozyatağı’ndaki evine bıraktık. Rahmetli’yi bu evde iki defa daha ziyaret etmiştim. Birisinde, hocayı yorgun ve yalnız bulmak beni üzmüştü. Amerika’dan ailesinin geleceği günlerin beklenti ve hasreti içindeydi. Koca bir oda tavana kadar kitaplarla doluydu, ortada ise hocanın yattığı kanepe vardı. Adeta kitaplarıyla koyun koyunaydı. Bana hemen hepsi İngilizce ve farklı dillerde onlarca sözlükten bahsetti, bazılarını çıkarıp gösterdi.: ”İşte bu Kızılderili Sözlüğü, bu Moğolca Sözlük, bu..” diye devam eden, o zaman için boyumu aşan konulara giriyor, Amerika’dan gemiyle gelecek diğer kitaplarını da koyacak yer bulmak için hanımını hangi “rüşvet-i kelam ile” razı edeceğini düşünüyor, gülümsüyordu. Fazla ve çift kitaplarının 40-50 kadarını birlikte Sakarya’daki Bölümümüze arabamızla birlikte götürdük. Gitmişken öğrencilerimize bir de konferans verdi.

Bir defasında da; zaman zaman misafir olduğu, kızkardeşinin İzmit Değirmendere’deki evinde hastalandığını duyduk, Hocayı ziyarete gittik, Oraya, Zikri beyin yeni arabasını kullanmadaki acemiliğine dualarla sığınarak ancak 4-5 saatte gidebilmiştik. Çok sigara içtiğinden, Hoca ayaklarından ıstırap çekiyordu. Bu kısa uğramamız kendisini çok memnun etmişti. Hava karardığında nasıl dönebildiğimizi artık siz tahmin edersiniz.

2001 yılının bahardan yaza dönen aylarından biri olmalıydı. Hocanın ağır bir rahatsızlık geçirdiğini ve hastaneye kaldırıldığını öğrendik. Her birimiz hemen haberleşerek Kadıköy’deki Vatan Hastanesi’nde bulunduğu yere koştuk. Rahatsızlığının ailesinin yanı başında tedaviyi gerektiren durumu dolayısıyla Amerika’ya götürülmesi kanaati hasıl olmuş. Eşi de gelmiş, kendisini gördük. Kısa bir müddet sonra Amerika’ya götürüldüğünü öğrendik. Hoca’nın orada da beklenen sağlığına kavuşamadığını duyuyorduk. 17 Temmuz 2001’de 78 yaşında vefat ettiğini haber aldık. Ruhu şad, mekânı cennet olsun dedik, Fatihalar okuduk.

Osman Nedim Tuna hocamız, kelimenin tam anlamıyla “nevi şahsına münhasır” bir insandı. İyi bir hocaydı, çalışkandı, adaletliydi, seviyeliydi, sade ve şıktı, milliyet hassasiyeti yüksek, şuurlu bir Türk milliyetçisiydi. Talebelerine sahip çıkma hususunda hassastı, belki üç kız babası olmasının da tesiriyle, kız öğrencilerine bilhassa sahip çıkar onların incinmelerini istemezdi. Türk dilinin bütün meseleleriyle ilgiliydi. Türkçenin dünyanın en eski dillerinden biri olduğuna emindi ve bu düşüncesini makaleleriyle ortaya koyan birkaç bilim adamımızın öncüsü durumundaydı. Bu konuda yazılan kitap ve makalelerde onun çalışmaları mutlaka kaynak olarak gösterilirdi ve hâlâ öyledir. Uzun, ayrıntılı ve zengin kaynaklara dayalı “Altay Dilleri Teorisi”, muhteşem bir çalışmadır, okunmadan ve anlaşılmadan Türkolog olunmaz. “Sümer ve Türk Dillerinin Tarihi İlgisi ile Türk Dilinin Yaşı Meselesi” adlı kitap hacmindeki uzun makalesi, bu alanda en güvenilir kaynaktır. İkilemelerle ilgili makalesi , Türkçenin etimolojisine dair “Kelimeler Arasında” diye hatırladığım yazıları, henüz müstakil kitaba dönüşmeyen bildiri ve makaleleri, ders notları,…bu çalışkan ve saygıdeğer âlimin bize emanetleri ve hatıralarıdır. Bugün her biri değişik üniversitelerde öğretim üyeliği yapan çok sayıda öğrencisi “Bir Osman Nedim Tuna Ekolü” oluşturmuştur, diyenler haklıdırlar. İlk doktora öğrencisi olduğunu bildiğim Prof.Dr. Gürer GÜLSEVİN Türk Dil Kurumu Başkanlığı da yapmıştır. Prof. Dr.Şerif. Ali BOZKAPLAN, Prof.Dr.Zeki KAYMAZ, Prof.Dr.Zikri TURAN, Prof. Dr. Önder ÇAĞIRAN, Prof.Dr. Hatice ŞİRİN ve onların öğrencileri, bu ekolün yahut Türk Dili kervanının tanımakla iftihar ettiğimiz değerli mensuplarıdır. 

Ben de rahmetli Hoca ile Sakarya Üniversitesinde 15 Ekim 1993 Cuma günü birlikte göreve başlayıp derslerine girmekle, yakın sohbetlerine katılmakla, iki yıl yardımcılığını yapmakla, makalelerini okuyup anlamakla bu Türklük Bilimi ekolüne katıldığımı, en azından bu topluluğun yakın akrabası olduğumu düşünüyorum. 

Halisane beklentim ve temennim şudur; Prof. Dr. Osman Nedim Tuna’nın bütün makale, bildiri, ders notları ve diğer yazıları birkaç ciltlik kitap hâlinde yayınlanmalıdır. Doğumunun 100. yılından 101.yılına geldiğimiz zamanımızdan hiç olmazsa bir iki yıl sonra vefatının 25. yılında bu kitaplar ortaya çıkarsa, Rahmetlinin ruhu bir daha şad u hurrem olur, inşallah diyorum..