“ Artık yalnız yaşamak zorundaydılar. Oda kapılarının tam orta yerinde beyaz bir kağıdın üzerinde adları kalmıştı sadece.
Bunca yılda ulaştıkları güçlerini bir gecede yitirmişlerdi. O, sona doğru gidişlerini yıllar önce görmüştü. Ama kimseyi inandıramamıştı. Uzun koridorun iki yanına dizilmiş odalarında şimdi belki de hepsi aynı şeyi düşünüyordu.
Masa başında hazırlıksız yakalanmışlardı. Yine odalarında koltuklarında oturuyorlardı ama koltuklarının sıcaklığında birer tutsaktılar şimdi. Gözleri bantlı, elleri bağlı değildi. Ancak tutsaklığın acısını duyumsuyorlardı.
Kapının açılmasını beklemek korkusunu ilk kez yaşıyordu. Tam karşısındaki duvar saatini izlemekten sinirleri bozulmuştu. Saatin sarkacı bir dakikada üç kez sallanıyordu. Sarkacın salınımlarını saymaya başladı. Uyandığında 899’u anımsadı. Kapı elbette açılacaktı. Kapı açılacak ve içeri girenlerin yüzlerinde, yenilgilerinin sevincini görecekti. Bu anlatılamaz duyguyu çok iyi biliyordu. Ulaşılması güç bir doyumdu bu. Başkalarının yenilgileri de kendi gözlerinde sevince dönüşmüştü bir zamanlar. Bu doyumun tadını biliyordu.
Yalnızlığa yenilmek üzereydi kapı açıldığında. Sevinçle yerinden fırladı ve ileriye doğru bir adım atıp durdu. Arkada kalan ayağını öndeki ayağının yanına getirecek gücü kalmamıştı.
Kucağındaki dosyaları masanın üstüne bırakan iriyarı adam yüzüne bile bakmadan çıkıp gitti.
Gün dönene kadar birçok kez girip çıktı odaya iriyarı adam. Her seferinde onlarca dosya bıraktı masanın üzerine. Bir kez bile dönüp bakmadı yüzüne.
Saate baktı. On üç saattir tek başına oturuyordu makam odasında Kapının her açılışında odaya girenin kim olduğunu sormak istedi. Her defasında erteledi.
İmparatorluğun en uzun on yılına damgasını vuran bunca insan, odalarına girip çıkan bu insanların kim olduğunu soramıyorlardı.
Yüzüne bile bakmadan odadan çıkan adamın arkasında hırsla yerinden kalktı:
“Kimsin sen !” diye bağırdı.
Sesi, sessizlikle kaplı duvarlarda birkaç kez yankılandı. Kendi sesinin yankıları arasından geldi yanıtı. Bir kez bile yüzüne bakmayan iriyarı adam, kapıda belirdi. Ve “Tarihim ben “ dedi.
Karşılaşmaktan çekindikleri tarihin tutsağıydılar artık. Oysa daha dün yenenlerle yenilenler belli değil miydi?
“Tarihim ben” yanıtı tüm odaları dolaştı. Tarihin sorgusuyla karşı karşıyaydılar. Sorguda gibiydiler daha şimdiden. Çığlıkları yankılanmıyordu duvarlarda. Ama içlerinden kopup gelen haykırışlarında korku vardı. Yarattıkları korkuda boğuluyorlardı şimdi. Daha dün korku demekti onlar. Kuralları, yasaları ve cezalarıyla tek ve en büyük korkuydular.
Bir gün tarihle yüz yüze gelebileceğini hiç düşünmemişti. “Bana da soru sorulabilecek günler gelecekti demek ki” dedi mırıldanarak.
Bir zamanlar çok güvendikleri, yetkilerle donattıkları, kendi güçleriyle yücelttikleri sorgucularıyla tarihi karıştırıyordu. Sorgucuların yarattığı tarih, şimdi tarihin sorgusundan geçecekti. Tarihi onlar yapmışlardı, kendi tarihlerinin tutsaklarıydılar artık.
Gözlerinin içine kadar uzandı elindeki dosyalarla tarih.
“Sizin hazırladıklarınız bay başkan” dedi.
“Bunca insanlık dışı işin üstesinden nasıl geldiğinizi çözümlemek için önce insan yanınızın araştırılması istendi” dedi tarih.
“Her şeyi benden mi soracaksınız?” diyebildi.
“ Evet . Tarihi siz yapmaya kalkmamış mıydınız Bay Başkan, hem de tek başınıza?”
“ Ama….” dedi, bitiremedi, sustu.”
Yooo! Hemen fesatlık etmeyin. Yukarıdaki satırlar mevcut iktidarın yakın geleceği için yazılmadı.
Tamamı, yazar Erbil Tuşalp’ın 1989 yılında yayınladığı “Ben tarihim Bay Başkan” adlı kitabının giriş kısmıdır.
Tarih tekerrürden ibarettir derler.
Ders alınsaydı tekerrür eder miydi tarih ?
06 EKİM 2023- Eskişehir