Büyümenin ne kadar sancılı bir süreç olduğunu bilse, hiç büyümek ister miydi? Çocukluğundan beri, sinemada gördüğü kadınlara özenirdi. Saçları yapılı, makyajlı, güne portakal suyu içerek başlarlar. Sonrasın da magazin sayfalarına şöyle bir göz gezdirirler. Kahvaltılarını yiyecek çeşitliliğiyle donatılmış masada yaparlar. Spor giysiler giyip sahile yürüyüşe çıkarlar. Günde beş kez kıyafet değiştirirler. Beş kez!
Bir sonbahar sabahı şehre yağmur yağarken, Beyoğlu’na insan yağıyordu. Zamansız kurulan cümleler gibiydi böyle havalarda Beyoğlu. Ayla içinse, aşkın başkenti… Havanın kapalı olduğunu görünce beklemeye başladı. Yağmur başlar başlamaz çıktı evden. Ruhsuz kalabalığın içinde, bazılarının hayatı kadar ucuz, şemsiyeli insanlar da vardı. Yeşilçam sokağına daldı. Karşıdan gelen bir çift göz gördü. İlk defa birisi ona böyle bakıyordu. Kısa bir bakışma anı yaşadı, siyah saçlı, boylu poslu, bal gözlü yakışıklı delikanlıydı. Sonra, şemsiyenin altından gülümsedi ona. Ya da Ayla’ya öyle geldi. Yoluna devam etti genç yakışıklı. Ayla öyle bakıp kaldı arkasından. Islanıyordu. Genç koşarak geri geldi. Yaklaştı yanına şemsiyeyi kafasına doğru uzattı. Gülümseyerek tuttu oda ucundan. Birlikte yürümeye başladılar. Adımları hızlandı, kalp atışları da... Yağmurda bu hızlanışa ayak uydurarak daha şiddetli yağmaya başladı. Genç şemsiyeyi bıraktı, kolunu Ayla’nın omzuna attığı anda yere düşen şemsiye rüzgâra kapılıp, yuvarlanmaya başladı. Az önce kimsesizliğin yarattığı karanlığa güneş gibi doğan gözler, şimdi mum gibi yanan titrek, sarı bir ışığa dönüştü. Yakışıklının arkasına bile dönüp bakmadan uzaklaşmasıyla da tüm inancını yitirdi Ayla.
Annesi güçlükle uyandırdı, kapıya vura vura. Biraz daha uyusa işe geç kalacaktı. Tarla işlerini hiçbir zaman sevememişti. Yataktan kalktı, odadan çıkınca kapısını hemen kilitledi. Sundurmadan ayağına geçirdiği lastik pabuçlarıyla avludaki çeşmede yüzünü yıkadı. Mutfaktan bir parça ekmek aldı, ısırdı. Kabuğunun bir parçası arka dişlerinden birinin arasına girerek canını acıttı. Bu da onun tam anlamıyla uyanmasını sağladı.
“İşine dört elle sarılmıyorsun!” dedi. Sarı suratlı, boncuk- gözlü, karpuz göbekli. Omuzları etlice, Adile Naşit kılıklı annesi.
“ Gidiyorum ya işte… Yetişirim şimdi onlara, atlarım römorka” diye cevap verdi Ayla.
Evde olsa da olmasa da oda kapısını her zaman kilitli tutardı. Bu tavrı annesinde merak uyandırıyor, gizliliğe anlam veremiyordu. Odanın duvarları, tavanı boy boy Yeşilçam artistlerinin posterleriyle doluydu. Ayla’nın derin düşüncelere dalarak hayal etmesini sağlayacak tarzdaydı. Düşünerek ve sigara tüttürerek, elinde mecmua saatlerce yatağında uzanmayı severdi. Üzerindeki ucuz giysileri yatınca hepten berbat bir hal alırdı, ama dışarı çıkmadan önce elini tükürükler, giysinin üzerine yapışan ne varsa silkeler, buruşuğunu düzeltirdi. Odanın içine sinen sigara kokusu çıksın diye, duvarda asılı duran giysilerden bir tanesini alır, açık pencereye doğru sallardı. Tam olarak koku giderilmese de durumu biraz kurtardığını düşünürdü. Sigara içtiğini annesi bilmezdi.
“Ne de çok severmiş odasını!” Diye söylenirdi annesi. Oda ufaktı. Aydınlatması da pek bir özensizdi, ama var oluşu için elzem addettiği şeylerin çoğunu barındırıyordu; yatağı, masası, bir sandalyesi, masanın üzerine dizdiği birkaç dergisi. Yeşilçam’a heveslenen herkesin genelde vazgeçilmez saydığı dergilerdi her biri; küçük koleksiyonundaki SES ve HAYAT mecmuaları. Duvarda asılı duran giysileri ayrıca aynası da vardı. Bir de lastik markasına ilişkin duvar takvimi. Yerde serili duran, yıllara meydan okumuş cacala, içindeki renkler bozulmadan yıpranmış, limeleri ayağına takılan kilimi.
Ayla, elindeki ekmeğin geri kalanını midesine indirdi ve kahvaltı faslını bitirdiğinin göstergesi olarak bir bardak suyu içti.
“Odanda çevirdiğin dolapları iyi biliyorum. Göründüğüm kadar cahil değilim. Okumam yazmam yok ama baksana sen benim gözüme” diye, söylenirken annesi sesini yükseltti. “ Bir gün toplayıp ateşe atacağım o dergileri. Senin kafanı bulandıran hep onlar, sabahlara kadar onlara bakıp durduğunu biliyorum,” diyordu.
Ayla, olduğu kişi ile olmak istediği kişi arasındaki o uğursuz uçurumun kenarında durmuş; katıla katıla gülüyormuş. Merak etmeyin intihara meyilli değilmiş. Ama bu düşünceye takılmış kalmış. Filmlerde yapılıyorsa ‘ben de yapabilirim’ diye aklından geçiriyormuş. İyi halt ediyormuş!
Şimdi siz, bana gülüyor olabilirsiniz. Hikâyem komik değil çünkü!
Yanından bile geçemeyeceğimiz insanların, yaşayamayacağımız hayatlarına imrenip, hayal kurmuyoruz artık; devir değişti. Fotoğraf çıktı önce, sonra başka bir şey daha; ne diyorduk adına, sosyal medya! Oralarda oynuyoruz küçük oyunlarımızı şimdi. Mektuplar yollayıp duruyoruz, olduğumuz kişiden, olmak istediğimiz kişinin sefil posta kutusuna.
Haberimiz yokmuş gibi pozlar veriyoruz, çok güzelmişiz gibi, çok mutluymuşuz gibi pozlar. Yalnızlık nedir bilmezmiş, nerede akşam orada sabah gezmekteymişiz, bir damla gözyaşı akıtmamış, şen şakrak kahkahalar içinde yaşamaktaymışız gibi.
Herkes öyle görsün öyle tanısın.
Sonunda belki, kendimizde inanırız…
Ah rezil sanallık! Ağzımıza sıçan bir dünyanın gerçek olmayan kelebekleri! Uğursuz bir virüs gibi nefes alıp vermemizi engelleyecek yalanlar bir gün!
Buz gibi bir sabahtı. Soğuktan elleri, burnu morarmıştı Ayla’nın. Açıkçası o an, biraz ısınabilmek için cehennemin kapıcısı olmaya razıydı. Başındaki yaşmağıyla üşüyen kulaklarını örtmeye çalıştı, ellerini hohlayıp durması kar etmiyordu. Saatlerin bile soğuktan yavaş ilerlediğini sandı. Sürekli alnına düşen perçemi ve içine yerleşen türküyle Arif Sağ’ın kötü bir taklidine dönüşmüş olarak, yürüyordu;
Sonlanmadı menzil le durağım,
Belki çok yakınım, belki ırağım,
Yaralandı parça parça ayağım,
Yürüyorum dikenlerin üstünde yaralıyam,
Üstünde yaralıyam, üstünde…
Yetiştiği römorkun arka kapağına tutunarak, içindeki işçi kadınların da yardımıyla kendini içine attı. O soğuk günde, orada, pancar tarlasındaki çizinin başında, olmak zorundaydı. Çünkü o çalışmasa eve ekmek alınamazdı. Babası ölmüş, annesi ise hastaydı.
Tarlaya varınca römorktan indi kadınlar. Nasır tutmuş ellerine, eski çoraplardan bozma eldiven geçirdiler. Kimisi dikeli, kimisi kancayı aldı, çizilere dizildiler birer birer. Kadınların her biri, kendi hikâyesine göre; yaşamının tüm kırıntılarını yüzlerce güvercinin karnını doyurmaya adamış bir insandı.
Ayla tuttu çizinin başını, dört elle sarıldı işine, sağ ayağıyla bastı dikele, pancarın dibine sapladı. Bir çıtırtı sesi duyuldu önce sonra, yapraklardaki çiğ damlacıkları saçıldı etrafa. Şalvarının paçaları ıslandı. Daha da üşüdü. Üşüyen tek o değildi. Pancarın koca kafası topraktan söküldü, kökü üçbudaktı. Yığınlarla sökülen kafaların, kalpakları gövdelerinden bıçakla kesilerek ayrıldı, şekere dönüşmek için fabrikaya gönderilmeye hazırdı. Paydos olup da yevmiyelerini aldıklarında, üşüyen de kalmamıştı.
Belki hiç gerçek olmadı Ayla. Belki de şu anda bir başka yazarın kurgusu olarak karşınızda.
Oysa gerçek bir uçan halıya binerek kaçmaya çalışan yazarın uzaktan sorgulayamayacağı bir kartaldı. Ayla’nın yaşamı. Bu yaşam bir metin olacaksa, değmeliydi.
Yoksa hiç mi büyümemeliydi… Tekirdağ / 28.12.2021