Nurcan Balbey
Sundurmada oturmuş, sessizliği devam ediyordu: Üç yıl önce köyün içinden geçen otobüse binmiş iki saat sonra İstanbul'a varmıştı. Sırtında yıpranmış bir hırka içinde basmadan elbise, ayağında tozlu ayakkabı, ne yapacağını bilmeden, geniş adımlarla yürüyordu. Eline aldığı küçük valizin ağırlığı çok rahatsız ediyordu. Ağrıyan kolunu ovalayabilmek için, valizi kah yere bırakıyor kah öbür eline alıyordu.
Baba evine dönse, göreceği zulmün koca evinden farklı olmayacağını biliyordu. Zorlu geçen bir kaç günün sonunda, kendini şehrin pırıltılı ışıklarına, muhteşem manzarasına bırakmıştı. Ondan sonra da artık kendine yabancılaşmış, tedirgin ve ürkek yürüdüğü sokaklarda her gece bir başkasının koluna girmişti. Huzurlu bir hayat ararken; şehrin hiçte öyle olmayan bir tarafında kirli bir dünyada güvende olmadığı halde dönmeyi düşünmemişti. Şehrin karanlık tarafına sığınmış, karşılaştığı risklere rağmen hayatına anlam katmaya çalışmış, gaddar ve günahkar geceler onun mekanı olmuştu. Şehrin karanlık sokaklarında her gece dayak yiyen kadınların kanının kokusu duyuluyordu.
Geride bıraktığı köyde, avludan bakınca görünen, güneşin tüm rengini emen çayırın renk oyunları da olmasa, kışın evlerinde oturmaktan bunalan genç kızlar deli çığlıklarla evlerinden fırlamaz, şarkılar söyleyerek kucak dolusu kardelen toplamadan evlerine dönmezlerdi. Ovadan çekilen suyun ardından, nehrin kıyısında bir şenlik, bir cümbüş, kuşlar, çayır çimen, su sesi, kuzu sesi, çobanın sesi. Baharın içinde hepsinin; hatta kurbağaların bile yeri vardı.
Hayatın ilkel duygularla, garip şekilde yaşandığı bir dünyaya düşmüştü, karton üstünde yatan evsizlerin, sokak kedisine sarılmış tinerci çocukların, dayak yiyenlerin, insanlardan korkmayı bile unutmuş, açlıktan uluyan köpeklerin arasından geçerek, sığındığı küf kokulu yıkıntıda, yaşamaya çalışmıştı.
Bir sabah, polisin sesiyle uyandığında şaşkın gözlerle bakarken neye uğradığını anlamadan, araca bindirilip, doktor muayenesine götürüldü, ardından karakolda birkaç saat bekletildikten sonra, kocası Sedat'ı karşısında görünce korktuğu her halinden belli oluyordu.
Sedat, sert bakışlı, kaba saba bir adamdı, avladığı yaban ördeklerin boyunlarını tek hareketiyle koparıp, eline bulaşan kanı yalayarak temizliyordu. Vahşetin içinde varlığını, iktidarını, yaban hayvanlara tuzak kurarak avlayıp kanıtlamaya çalışırken; Ahsen'in hayatını da hoyratlığı, kabalığı ve uyguladığı şiddetle cehenneme çeviriyordu. Hastalıklı aşkı, kıskançlık krizleriyle kendisi gösteriyor, bir erkeğin Ahsen'e baktığını görse, "kuyruk sallamasan bakmazdı" diyerek, saçından sürüyüp odasına götürüyor, "Erkek mi görmek istiyorsun?' diyerek, üstünde başında ne varsa parçalayarak çıkartıyor, çıplak bedenini vahşi bir hayvanın avını pençeleriyle kavraması, dişleyerek etkisiz hale getirip sindirmesi gibi sahip oluyordu. Morluğunu soranları, "düştüm, çarptım" diyerek geçiştiriyordu. Aynı evde yaşadığı anne ve babası bu zulme tanıklık etseler de, "karı koca arasına girilmez" diyerek hiç müdahale etmiyordu.
Karısına duyduğu aşkla var olduğunu hisseden Sedat'a karşın, aynı aşkı esaret biçiminde yaşayan Ahsen, 'büyük bir hastalıktan kalkmayı bekler gibi ' anlaşılmayı beklemişti.
İstanbul'un, bahar kadar güzel olduğu bir gün, sabahın mavi ışığında köyden geçen otobüsle yola çıktığında havayı ısıtmayan güneş üç saat sonra tüm ışınlarıyla yeryüzünü ısıtmış, karısına kavuşacak olan Sedat'ın içini kıpır kıpır etmişti.
Karakolda bir köşeye büzülmüş halde bekleyen karısını görünce, ilk karşılaştığı anı hatırladı: Köyden şehre misafir geldiğinde gördüğü halasının komşu kızını, üzerindeki kırmızı elbisesiyle, çayırlarda açan gelinciğe benzetmiş. Karakaşlarının altından, çimen yeşili gözleri güneşin altında ışıldayınca kalbine ok gibi saplandığını hissettiği anda, ' işte evleneceğim kız' diye düşünmüştü.
Karakoldan alıp evlerine dönerlerken Ahsen, hiç konuşmuyor, sefil haliyle, bir deri bir kemik kalmış bedeni yorgun, yaralı olan ruhu daha da darbe almış görünüyordu.
Ahsen'in evi terk edişinden sonra, Sedat için artık ne kışın gelmesiyle çoğalacak yaban hayvanları, ne baharın tomurcukları, ne ovanın üstünde biriken sulara garip renkler veren sonbahar bulutları bir şey ifade etmiyordu. Mevsimler önemini yitirmiş, yaşadığı yerin viraneliği içinde, duvarlar rutubetli, odası küf bağlamış. Eşyaları paslanmıştı. Avlunun hali bile hazin, kendi haline bırakılan avludaki çiçeklik de yas tutuyor gibi kasvetliydi. Eve yansıyan bu çürümüşlük ve kasvet Sedat'a aitti.
Sedat, evliliğinden sonra yaşama sevincine, ruhsal ve bedensel refahına kavuşmuştu. Karısının mutsuzluğunu hiçbir zaman görmemiş. Ruhuna anlam katacak birinin varlığına duyduğu özlemin farkına bile varmamıştı. Aylar önce bozulan televizyonu bile tamir ettirmeye gerek duymayan, dünyayla iletişimini kesen yine oydu. Ahsen, kendini hep yalnız hissetmiş. Bazen kocasına umutsuzca:
"Televizyonu hiç mi tamir ettirmeyeceksin?"
(.)
Bir gün bile "neden" diye sormamıştı.
Otobüsten indikten sonra konuşmadan yan yana yürüyorlardı. Kahvelerin önünden geçerken, köylülerin fısıltıları onlardan konuşulduğunu belli ediyordu.
Onları karşılayan annesiyle sundurmaya oturdular, Ahsen'in sessizliği devam ediyordu. Sedat Annesine dönüp, "Onu aldım eve getirdim, tek kelime etmedi. Yüzüme bile bakmıyor," dediğinde, annesi hüzünlü gözlerle bakıyor; "Boynuna atılmasını beklemiyordun herhalde?" diyordu. 10.01.2022/ Tekirdağ