Cumartesi günü Türkoloji’den bir grup arkadaşla Birlik Vakfı’nda Prof. Dr. Mustafa Özkan’ın konferansına gittik.
Sayın Özkan, asistanı olduğu rahmetli Prof.Dr.Faruk Kadri Timurtaş’ın hayatı ve eserleri hakkında hatıralarımızı tazeledi. Timurtaş bizim de hocamızdı. Osmanlıca denilen imparatorluk dönemi Türkçesinin gramer özelliklerini ve Arap alfabesiyle okuyup yazmayı onun derslerinde öğrenip geliştirmiştik. Hepimizin üzerinde derin etkileri olan çok değerli hocalarımızdan birisi de oydu.
Müslim Ülgen telefonla arayıp bildirmese, muhtemelen haberimiz olmayacaktı. İyi de oldu. Konferans öncesinde Beyazıt Camii’nin bitişiğindeki Sahaflar Çarşısı’nda buluştuk İhsan, Hüseyin ve Müslim ile. Yılların sahafı Hacı abi, ayak üstü ilginç bir araştırma konusu koydu önümüze ki; gerçekten Türkoloji öğrencileri için tez konusu olarak çalışılabilir:” Ünlü Edebiyatçılarımızın Kabirleri ve Defin Törenleri”. Beyazıt meydanı ve Kapalı Çarşı her zamanki gibi yine çok kalabalıktı. Yol boyu anıları tazelediğimiz konuşmalarla Çarşıkapı’daki Kubbealtı Cemiyeti’ne uğradık. Eskiden Yahya Kemal Enstitüsü de buradaydı. Gençlik enerjisi işte, günün yorgunluğuna rağmen hava kararırken çıktığımız son dersten sonra buradaki konferanslara yetişmek için koşardık. Bazen geç kalmak endişesiyle yemeği bile konferans sonrasına bırakırdık.
İktidarlar değişince vakıf binalarındaki tasarruflarda değişiklikler yaşanabiliyor. Kubbealtı Cemiyeti’nin yerinde bugün başka derneklerin faaliyeti var. Halbuki o dar uzun salonda, başta Ekrem Hakkı Ayverdi, Samiha Ayverdi, Nihat Sami Banarlı, Tahsin Banguoğlu, Nurettin Sevin başta olmak üzere nice değerli sanat ve ilim insanının sohbetlerinden feyz almıştık. Nitekim misafir olduğumuz Birlik Vakfı’nın yerinde de eskiden Milliyetçi Muallimler Birliği vardı ve burada da çok önemli konuşmacıların dinleyicisi olmuştuk. Birlik Vakfı kimlerin birliğini önceler, ayrı bir bahistir. Onlarla aynı düşüncede olmadığımı söylemekle yetineyim şimdilik.Türklük , Atatürk, laik devlet ve Cumhuriyet benim dokunulmazlarım. Teferruatta herkes ve her düşünce ile beraber olup tartışmayı da sakıncalı bulmam.
Buraya ait ilginç bir hatıramı da nakletmek isterim. Son sınıftaydık. Bursa Eğitim Enstitüsü’nden Beşir Ayvazoğlu, Sivas’lı Şahin Acıyurtlu ve sınıf arkadaşım Sivaslı Doğan Kaya ve ben iki defa toplantı yapmış, ileride bir edebiyat dergisi çıkarma düşüncesini tartışmıştık. Seçeceğimiz kitaplardan bir liste oluşturup okumaya başlayacak, ayda bir defa bir araya gelerek, okuduğumuz kitapların kritiğini yaparak ortak bir felsefe ve kültürel bakış açısı geliştirecektik. Niçin olmadı, şimdi tam hatırlamıyorum ama sonraki yıllarda Beşir edebiyat ve sanat alanında ünlü bir yazar, Doğan da halk bilimi alanındaki çalışmalarıyla Cumhuriyet Üniversitesi’nde seçkin bir akademisyen olmayı başardılar. Zaten o teklif Beşir Ayvazoğlu’ndan gelmişti.
Kiğılı Pasajı’nın önünden geçerken de, bir film şeridi gibi eski günleri hatırladım. Arka tarafta Ayrancı İş Hanı vardı. Buralarda ayakkabı toptancılarının büyük mağazaları bulunuyordu.Babam ve amcam ortak olarak bir ayakkabı dükkanı işletiyorlardı. Ayakkabı işiyle uğraşanlara eskiden kavaf denilirdi.Tabelamızda o nedenle “Acar Kavaf” yazıyordu iri harflerle. Amcam neredeyse on beş yirmi günde bir mal almaya gelir, bana para takviyesinde bulunurdu. Şehzadebaşı’nın dolup boşalan öğrenci lokantalarında pilav üstü az kuru yemeye, sadece amcamın İstanbul’a gelişlerinde ara verirdim.
Müslim de mezuniyet sonrası esnaf olmuştu. Laleli’deki kaldırımdan dört beş basamakla inilen Murat Lokantası’nı o işletiyordu. Çok işlek olan bu lokanta üniversite muhiti olduğu için ünlü hocaların ve sanat erbabının uğrak yeriydi. Kimlerin gelip gittiğini Müslim anlatmalı size. Ama bir tanesi de; doktora öğrencilerine hiçbir zaman hesap ödetmeyen Faruk Kadri Timurtaş’tı. Öylesine alicenap, öylesine cömert, o derece kibar ve beyefendi , örnek bir insandı.
İlker, Nursen, Meral ve Fahire vakfa bizden önce gelmişlerdi. Vakıf geleneğinde misafirlere ikram esastır. Kuru fasulye ve pilav da buranın geleneğiymiş. Yedik Allah kabul etsin. Önce midemizi doyurduk, sonra da Mustafa Özkan hocanın anlatımı ve sunumdaki fotoğraflarla rahmetli hocamızın yadında bir nostalji yaşadık.
Timurtaş hocanın bir mücadelesinden bahsetmezsem olmaz. Milli devletin önemli kurumlarından birisi de Türk Dil Kurumu idi. Atatürk emperyalistleri nasıl kovduysa bu mübarek topraklardan, dilimizi de yabancı kelimelerin işgalinden kurtarmak istiyordu. Özellikle aydınlar ve sanatçılar ağdalı bir Osmanlıca ile konuşuyor ve yazıyordu. Dilimizi sadeleştirme ve millileştirme çalışmaları zaten Türkçü aydınlar tarafından ısrarla savunuluyordu. İsmail Gaspralı ““Dilde, işte, fikirde birlik” diye çırpınıyor, Ziya Gökalp “Dilde Türkçülük”ün esaslarını kitaplaştırıyordu. Fakat Atatürk tasfiyeciliğin dili bir çıkmaza soktuğunu görünce Falih Rıfkı’ya “Dili bu çıkmazdan kurtarmalıyız” direktifini vermişti. Çünkü diller de canlı bir organizma gibidir. Serpilip gelişmesi, büyüyüp kökleşmesi zaman içinde doğal akışıyla mümkündür. Sadeleşme şarttı ama bunu müdahale ile yapmak neredeyse imkansızdı.
Özellikle 60’yılların devrim coşkusuyla bu tasfiye hareketi hız kazanmış, yeniden zorlama ve dayatmalar başlamıştı. Hiç unutmam lise edebiyat derslerinde öğretmenimiz (akrabam da olur) rahmetli Güner Çağlayan defter aldırmış, her dersinde alfabetik sıraya göre bize Dil Kurumu’nun türettiği yeni kelimeleri not ettiriyor, kompozisyon yazılısında mutlaka onları kullanmamızı istiyordu. Bana ;”Sen çok arkaik kelimeler kullanıyorsun.” diyerek hep düşük not veriyordu.Yabancı bir dil öğrenir gibiydik. Bu kelimeleri ne annem babam, ne kardeşim, ne de komşularım anlamıyordu.
Milliyetçi aydınlar “Uydurma kelimelere karşı YAŞAYAN TÜRKÇE” bayrağını açmışlardı. Onların en önünde Prof.Dr. Faruk Kadri Timurtaş ve fakültemizin diğer hocaları vardı. Dilimizi bir faciadan onlar kurtarmıştı.Türkçe sadece Anadolu’da konuşulan bir değildi. Turana giden yol ayrışmadan, farklılaşmadan değil,dil birliğinden geçiyordu.Ne güzel söyler Cengiz Aytmatov: “Bizi bize yaklaştıran tarihimiz ve dilimizdir.Bizden sonrakiler,sizler ve sizden sonrakilerTürk Dünyası’nın birleşmesine çok önem vermeliler.”
Sovyetler Birliği, alfabelerinde birer ikişer harfi farklılaştırarak uzun yıllardır böyle bölmüştü Türk Cumhuriyetlerini. Yemin ediyorum, eğer Yaşayan Türkçe mücadelesi olmasaydı, bugünkü TÜRK CUMHURİYETLERİ KONSEYİ, yani TÜRK BİRLİĞİ olmazdı. Ben öğretmenliğim boyunca o mücadelenin neferi olmanın ve başarmanın mutluluğunu yaşıyorum bugün. Konferansı takip ederken Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “ Türkçem benim, ses bayrağım” dizesiyle, Yahya Kemal’in “Türkçe, ağzımda annemin ak sütü gibidir. Vatanın kendi gövde ve ruhu Türkçedir, her halk kendi ikliminin lisanını söyler.” sözleri yankılandı gönlümde. Ömer Seyfettin ile göz göze geldik sanki.
O yıllarda Arapça ve Farsça kelimelerin tasfiyesini yapanların iyi niyetlerinden şüphe etmek istemem ama bir şartla; hadi hep beraber batı dillerinden gelen kelimelere karşı da bir cihat ilan edelim, omuz omuza verip, internet dilinin kepazeliklerine ve dilimizi tahrip etmesine savaş açalım. Kolay mı bu? Elbette değil, ama biz bize düşeni yapalım.Hem de ideolojik bağnazlıklar bitmişken üstelik. Nasıl olsa su akacak, yatağını bulacaktır. Hocamızın mekanı nur, mücadelesi meşalelerimize kıvılcım olsun.