Şöyle başlamalıyım: ”Çölden Arap Getiriyorlar!”  KURUN isimli gazetemizin  1937 yılındaki bir manşet haberi böyle. Getirmek için uğraşanlar kim? Fransızlar. Peki amaçları ne? Onu da yazmış gazete: Türklerin mallarını yağma ettirmek. Maksat; Hatay’daki Arap nüfusu arttırarak Türkleri azınlığa düşürmek. Sonuç belli; başaramadılar. Çünkü Hatay 1000 yıllık bir TÜRK yurduydu. Hatay’ın basiret sahibi halkı, (ki buna sadece Türkmenler değil, Araplar ve bölgede yaşayan diğer halklar da dahildir) emperyalizmin oyunlarını bozarak, oylamada Türkiye Cumhuriyeti devletine katılmayı tercih ettiler. Bu, aynı zamanda büyük önder M.K.Atatürk’ün  bir diplomasi zaferiydi.

Biz en büyük zaferleri bile Tanrı’nın bir lütfu kabul edip gurur vesilesi yapmazken, tarihte küffar diye nitelediğimiz, günümüz söylemiyle emperyalistler yenilgi ve hezimeti asla unutmamışlardır. Kuyruk acıları depreşince intikam arzuları tazelenir bunların. BOP denilen projeyi eğer bu gözle değerlendirirseniz Türk ve İslam dünyası için hazırlanan tuzağı erken fark etme şansını da yakalamış olursunuz.

Emperyalizm, amaçlarına ulaşabilmek için bazen konvansiyonel silahlarla topyekun bir cephe savaşını, bazen de Truva atlarıyla, kaleyi içeriden fethetme planını devreye sokar. Lawrence’ler bunun için özenle yetiştirilir. Bunların ajan olduğunu anladığınızda artık iş işten geçmiş, kaleler yıkılmış, birliğiniz bozulmuş, vatan toprakları elden gitmiş olur.

Ajan provakatörlerin en çok nüfuz ettikleri kitleler dini liderler ve cemaatlerdir. Çünkü dini duygular ve ritüeller insan ruhunu formatlayan, toplumları birleştirmeye veya ajite etmeye en elverişli kaynaklardır. Nitekim en zor zamanlarımızda düşmanla işbirliği yapanlar, bizi arkadan hançerlemeye çalışanlar, Ata’nın deyimiyle dahili bedhahlar onlardır. Onlar içimizdeki Lawrence’lerdir.

 Yunan İzmir’de denize dökülünce, onlarla beraber Yunanistan’a kaçan Şeyhülislam Mustafa Sabri, Dürrizade, İskilipli Atıf, Şeyh Sait, Derviş Vahdeti onlardan bazılarıdır. Bunlar Fransız’a, İngiliz’e, Yunan’a hayran, ama Türk’e düşmandırlar. Başlarında bazen sarık, bazen püsküllü fes, sırtlarında bazen ruhları kadar kara, bazen yeşil cübbe vardır. Bunlar Muaviye ve Yezit’ten daha azgın saltanat sevdalısı, fanatik Arap ırkçısı, Lawrence’ten daha hızlı TÜRK ve ATATÜRK düşmanıdırlar.

Bu tehlike dünde kalmadı, bugün de devam ediyor. Yaşar Nuri Öztürk; “Allah ile Aldatanlar” kitabında bunları anlatır. Sanki peygamber gibi hepsine vahiy geliyor, her biri Allah’ın elçisi olarak, Allah adına konuşuyorlar. İstedikleri kişiye cennet , cennette binlerce huri bağışlıyor, istediğini kafir olarak suçlayıp cehenneme postalıyor. Allah diye nara atarak kafa kesiyor, Allah adına kadın ve çocukları kırbaçlıyor. Ellerinde tesbih, dillerinde tekbir olduğu için milletimiz çoğu zaman tehlikenin farkına varamıyor. Yeterli dini bilgiye sahip olmayan halk, onların martavallarını din zannediyor ve size değil, onlara inanıyor. Asıl üzücü olan da bu.

Selefilik ve Haricilikten beslenen bu Arap seviciler, siyasal İslamcı ideolojilerini pervasızca dile getirirken acaba devleti yönetenler de mi tehlikeyi göremiyor veya görmek istemiyor? Çok yakın tarihte yaşanılan FETÖ ihaneti de mi ders olmadı size! Mezheplerin, tarikatların, cemaatlerin devlet işlerine bu ilgisi veya devlet birimlerindeki kadrolaşmada birbirleriyle kıyasıya bir yarış içinde olması, sizce herkesin gözünü açması gereken bir konu değil midir? Laik devlet anlayışı terkedildi de yerine din devleti mi inşa edildi? Din adına densizlik yapanlar bu milletin saf inançlarını temelden sarsmaya başladılar. Üzülmek ve sadece sezsizce seyretmek acizliktir. Acilen tedbir almazsak bunlar başımıza bela olmaya devam edeceklerdir.

Diyanet İşleri Başkanı, benim ”GÜNAYDIN”ıma karışıyor, bu İslami bir selamlaşma değil diyor. SELAMÜNALEYKÜM demeliymişim. Yahu namazda değilim, Kabe’de tavafta değilim. İster günaydın derim Türkçe, istersem “ selam” derim, “selamünaleyküm” derim Arapça, sana ne! Yok efendim çocuklarımıza Müslümanca isimler koymalıymışız. Yahu Araplar Müslüman olmazdan önce de aynı isimleri kullanıyordu, sonrasında da.

 Benim adımı Ahmet koymuş babam,  babasının ismi yaşasın diye. Ben onun için mi Müslüman oldum yani? Peki oğlumun adı Orkun, kızımın adı Gülse olunca onlar dinsiz mi sayılacaklar? Dili olmayanın milleti, millet olamayanın da devleti olmaz. İnancıma karışırsınız, kıyafetime ,eğlenceme karışırsınız, dilime, geleneğime, aşkıma, sevdama karışırsınız. Nedir sizdeki bu Türk ve Türkçe düşmanlığı? Kastınız nedir sizin? Dinime sizin kadar zarar veren olmadı bu milletin tarihinde.

Halil Konakçı diye bir imam çıkıyor; “Hatay Arap şehridir.”diye şarlatanlık yapıyor, Fransız dönemini övüyor. Öteki imam ; “Bende iki tabanca var, ikisi de dolu, yeter bu laiklerden çektiğimiz.” diyor vaaz kürsüsünden. Öteki Ayasofya camiinden meydan okuyor rejime. Fesli; “Yunan bunlardan iyiydi, keşke Yunan kazansaydı.” diyor ve itibar görüyor. Genç sosyologlarımızdan Fahri Atasoy ; “Provakatör din adamları”diye ne güzel anlatıyor bunları yazılarında.

Elbette ülkesini seven, Milli Mücadelede Kuvayı Milliye saflarında yer alan, vatan, bayrak, din ve devlet, bağımsızlık ve hürriyet için canını dişine takarak mücadele eden, bu yolda şehit ve gazi olan o kahraman din adamlarına da şükran borcumuz vardır. Ülkesini seven, İstiklal Madalyalı çok sayıdaki  din görevlilerimizin  ruhları şad, mekanları cennet olsun.

Ah “Batarya ile Ateş”i yazan Süleyman Nazif ah! Ah “Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur!” diyen Mehmet Emin Yurdakul ah! Ah “Türkün horlanmasına müsaade edemem. Ben de Türküm!” diye parlayan Ahmet Vefik Paşa ah! Ah,TÜRK olmayı en büyük gurur olarak ifade eden ve devletin başına seçeceğimiz adamlara dikkat çekip bizi uyaran ATATÜRK ah!

 Kanımı taşıyanların uyarılarına kulak tıkadıkça, din adına dimağlara zerkedilen zehirli düşüncelerin elem ve ıstırabını yaşamak yine bize kalıyor. İçimizdeki Lawrence’ler ürkütüyor beni. Makus talih yine geri mi geliyor ne!?