Dilimize musallat olan Arapça kökenli kelime ve tamlamalardan birisi de budur.
Yani Arap mülteci veya sığınmacılardan çok öncedir dilimize misafirliği. Türkler cihan devleti olunca belki de bir meydan okumaydı bu kelime transferleri. Siz buna fetih bile diyebilirsiniz. Bugünlerde yine kullanılıyor. Bu seferki herhalde Türkiye Yüzyılı aşkıyla olsa gerek.
Eyyam- bahur; yazın son dönemindeki aşırı sıcak günleri anlatmak için kullanılırdı eskiden. Hararetin dereceleri patlattığı, gölgede bile insanları bayılttığı günlerdeyiz. Allah, sayıları gittikçe azalan çiftçilerimize, güneşin altında çalışan yol işçilerine, fırınlarda alın terini ekmeğine katık yapan tüm emekçilere gayret versin.
Bir de Akbelen’de günlerdir ormana, ormandaki ağaçlara, börtü böceğe, kurda kuşa, nefes alıp veren tüm canlılara, doğal hayata kıyılmasın diye direniş gösteren o güzel köylülere Tanrı yardımcı olsun. Onlar sadece Limak şirketinin doymak bilmez patronlarını değil, devletin kolluk kuvvetlerini de karşılarında buldular. Devletin kimi koruması , kimin yanında olması gerektiğini sorguladılar umutları tükenirken. Elleriyle diktikleri, sulayarak büyüttükleri, evlatları gibi sarılıp kucakladıkları o ağaçlar dozerler tarafından bir bir devrilirken feryatlarıyla inledi sema.
Eğer doğruysa, üstelik mahkeme kararlarına rağmen yıkım devam ediyor. Ağacı seven,yeşili korumak, haklarını savunmak isteyen yöre insanlarına jandarmanın sert müdahalesi,tomalarla tazyikli su eziyeti.İnsanlık mı bu? Rus yazar Anton Çehov; “Hepinizin içinde bir yıkma, yok etme şeytanı var. Ne ormanlara, ne kuşlara, ne kadınlara, ne de birbirinize acıyorsunuz.” diyor ya, tam o durumu yaşıyoruz. Akbelen direnişçilerine selam olsun. Bu yazıyı onlara destek için yazıyorum. Hatırladınız mı o Kızıldeili atasözünü; “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık tutulduğunda, beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”
Karl Mars’ın şu sözü ne kadar çarpıcı: “Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser.” Rant iştahı değer yargılarımızı alt üst etti. Yahu çıkaracağınız kömürden daha karadır sizin vicdanlarınız. Bir ağaç kaç senede gelişip serpiliyor, hangi emeklerle nasıl yetişiyor bilmiyor musunuz siz? Yanan yakılan ormanların halini görmüyor musunuz? Lafa geldi mi Fatih’ten bahsediyorsunuz. O büyük devlet adamı; “Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim .” derken, siz ormana sahip çıkan insanlara acı çektiriyorsunuz.
Büyük önder Atatürk , bırakın koca çınar ağacını, Yalova’da yazlık köşkünün bahçesindeki çınarın bir dalı kesilmesin diye, temellerine raylar konularak köşkün taşınması emrini vermişti. Hadi bahçıvana ne dediğini de iliştireyim buraya, belki unutmuşsunuzdur: “Yahu sen hayatında hiç böyle bir ağaç yetiştirdin mi ki, kesmeye muktedir görüyorsun kendini. Ve niye?!” Siz Atatürk’ü de hiç anlamadınız ki!
Kömür madeni değerlendirilmesin, santral çalışmasın, elektrik üretilmesin diyen yok. Ormana zarar vermeden kömür katmanlarına ulaşılamıyor mu? Hem artık biz çevre dostu yeni enerji çeşitlemelerine geçmeyi düşünmek zorunda değil miyiz? Termik santrallerin çevreye ve insan sağlığına verdiği zararları bile bile orman katliamına nasıl cür’et ediliyor anlamış değilim.
Birileri bahura rağmen eyyamcılık yapıyor ama doğa yapılanları unutmuyor. Günü geldiğinde doğanın intikamı korkunç oluyor. Depremlerle, yangınlarla, kuraklıkla, küresel ısınmayla, sellerle, tufanlarla dehşeti yaşıyoruz. Birbirimize bu kadar eziyet yeter.
Bir de eyyam-ı siyaset var. Cadı kazanı gibi kaynıyor partiler. Değişim mi, dönüşüm mü, yenilenme mi? Sıcak başına vurmuş bazılarının. İttifakların kimyası bozulmuş. Kartlar yeniden karılıyor politik mahfillerde. Sıcaklar siyasi tansiyonu da tavana yapıştırmış. Neyse, azıcık poyraz essin, biraz serinlesin havalar, o konulara da remil atarız bu köşede. Dostlar hoşça kalın.