Tamamlanamamak…Hayat biraz da öyle değil mi?

Hayatta tamamlanma hali olsa olsa makalelerde olur, o bile bitmez ve hayatın kendisi, tabiatı galiba öyle. Sanki hayata doyulabiliyor mu? Bitti zannedilen nokta belki devam edecek bir sonsuzluğun parçasıdır. Farkındaysanız, Tanpınar da romanlarında daldan dala atlıyor. Bunu nasıl yazmış, kendisiyle mi konuşuyor yoksa iç konuşması mı? Bu tabir de onun zannediyorum. Kendisiyle konuşuyor gibi yazıyor, birisi ona anlatıyor, içindeki biri de ona anlatıyor. Hiçbir şey yaşanmadan yazılmaz. Ben tamamlanma halinin dünyada mümkün olamayacağını mı düşünsem acaba? Diyor ki; "değişerek devam etmek devam ederek değişmek". Nerede bitecek ki bu macera nerede tamamlanacak? Arada kalmışlık halini şahsiyetlere doğru taşırsanız, bu meselede çok iddialı bir yorumu beklememek lazım. Yani insanlar Araf'ta mı kalmış oluyorlar? Arada kalmışlık deyince eğer insan kastedilecekse bence herkes kendisidir. Arada kalmanın adı şahsiyet bunalımıysa, bu şöyle yahut veya böyle herkeste vardır. Ama herkes önce kendine güvenir, kendini sever. Kendinizi başkasıyla değiştirmek ister miydiniz? Niye değiştireyim ki ? Buna rağmen yetişme çağlarında insan, kendisini benimseyene kadar muazzam bir mücadele yaşar. Bu eğitimle, terbiyeyle, aile hayatıyla, okulla, okuduklarımızla, yaptığımız kavgalarla neticesi alınabilen bir şeydir. Bu yüzden bu mücadeleyi kazanamayan çok nadir, az sayıda kimse de kendi vücudunu ortadan kaldırıyor ki bu çok kötü. Halbuki hayat yaşamaya değer. O yüzden "arada kalmışlık meselesi"nde ben terimin çok oturduğunu düşünmüyorum. Bu konuda müteredditim. Bu bir şahsiyet meselesidir. İstanbul'la Ankara arasında kalmak mıdır? Bu da bir şahsiyet meselesi yani siyasi, fikri kanaatlerde taraf olmamak mıdır? Bitaraflık mıdır yahut romandaki kahramanların iradesini ortaya koyamamak mıdır? Demin dedik; Akif, Yahya Kemal tavrı ve romandaki paşanın netice alamaması bu tamamlanamama ,Tanpınar'a has bir şey ve galiba hayatın kendisinde var diyebilirim. Benim dikkatimi çeken önemli bir sahneydi yakma sahnesi. Birkaç sayfa sürüyor tasviri.. Nasır Paşa'nın Cemal'in şahitliğinde o gece yarısı evrakını yakma sahnesi, yazarın verdiği mesajların toplandığı bir sahnedir. Adeta orada maziyi yakmak istiyor ve ondan kurtulmak istiyordu. Bu bir kaçıştır. Şuurlu bir insan maziye ait evrakını yok etmek istemez. Aksine mazi ile birlikte yaşamayı ve istikbale gitmeyi planlar. Yahya Kemal'in çok güzel ifadesiyle ' Kökü mazide olan atiyim.' planı üzere yaşar. O ise mazisinden kurtulmak istiyor. İnsan istese de evrakını yaksa bile hafıza onu bırakmaz. Bu şahsiyet problemidir. Zaten hayatımızın en önemli tarafı o şahsiyet meselesidir diyelim. O sahnelerde maziden kurtulma tablosu var. Osmanlı aydını buysa Osmanlı zaten devrini tamamlamış, onu sembolize ediyor. İnsanların, milletlerin, ailelerin kendinden kaçması kabil değil. Eski bir Yunanlı'ya ait bir söz hatırlıyorum: Mekan değiştirmekle, bir yerlere gitmekle kendinden kaçabilir misin ? Oradaki belgeleri yakmak bizim muhafazakar tabiatımıza belki uymaz. Aksine rahmetli hocalarımdan Ahmet Kabaklı derdi ki: Türklüğe ait , İslam'a ait, milli kültürümüze ait ne varsa kıskanırcasına korumamız muhafaza etmemiz lazım. Küçücük bir belge bile olsa ehemmiyet gösterilmesi beklenir. Mesela benim ortaokuldaki fotoğrafım bana neler neler söylüyor. Bu yakılır mı? Rahmetli annem, üzüntülü, öfkeli bir anında bir çocukluk fotoğrafını gözümün önünde yırtıp attı. "Ne yapıyorsun, dedim. O benim annem, onun çocukluğu." Rahmetli babasına kızmış, fotoğrafı yırtmıştı. Belge niteliğindeydi o. Kırgınlıklar, dönüşsüz ve sert olmamalıdır. Her şeyi yakmak, bizim belki de sembolik olarak Selçuklunun, Osmanlı'nın, Beylikler döneminin hatıralarını yok saymak gibi düşünülebilir. Zaman zaman insanın kendisiyle hesaplaşması, tarihle de hesaplaşması bitmez. Kaçılmamalıdır, kaçılamaz. Orada sembolik olarak Tanpınar bunu düşündürmek istemiş olabilir. Romandaki bazı tabirler, Klasik Türk edebiyatındaki telmihi andırıyor. Romanda gelgitler var. Arada Divan şiirinden, başka dönemlerden hatırlatmalar var. Hepsi kültürel mesajlar veriyor. Okuyan adamlar bunlar. Tanzimat aydınları da öyledir. İki dil bilen adamlardır bunlar. Arapça'nın yanı sıra Fransızca da biliyorlar. Bir de zaman gelgitleri var. Yani çocukluğuna gidiyor. Modern romanın tekniklerinden de faydalanıyor. Postmodern romanda da zaman gelgitleri, zaman ötesine, öncesine ve sonrasına gidiş gelişler de olduğu bilinir. Metinlerarasılık da var. Metinlerarasılık meselesini eserde değişik şekillerde Batı Edebiyatı, Klasik Divan Edebiyatına göndermeler halinde şahsiyetlerin fikri, felsefi, edebi kültürünü, musiki kültürünü yansıtır şekilde görüyoruz. Tanpınar, eserdeki birini anlattığı yerlerde, onun misafir bulunduğu bir Ermeni kadının pansiyonunda kaldığı mekanları anlattığı bölümlerde, eşyaya dikkat eder. Bunların bazıları tablodur, resimdir, bir hikmet yazılı olan çerçevedir, eşyadır. İnsanların kıyafetleridir, evlerin düzenidir. Bunlara dikkat ediyor. Bu dikkatlerinde mübalağa ediyor mu ? Hayır. Belki eşyaya insani vasıflar yüklüyor. Bunu Peyami Safa'da da çok görüyoruz. Fransız romanının tesiridir. Gayet tabidir, olmalıdır da. Biz zaten eşya ile bir aradayızdır. Bazen eşyayı severiz de. Onun kaybolması, kırılması bizi üzer. Kimisi Nasır Paşa gibi ondan kurtulmak ister. Ama bir taraftan İtalya'ya gidecek arkadan bazı eşyaların gelmesini istiyor. Eşyaperest olmamak gerektiğini romandaki kişilerin göçmen yaşayışında da görüyoruz. Tanpınar'ın kendisi "tarihi yazma" meraklısı. Yazmalardan, tarihi yazmalardan değişik şekillerde söz açıyor. Bu Huzur romanında da var. Mesela Mümtaz, Şeyh Galip üzerinde çalışıyor. Yazma ile meşguldür. Eşyanın insanın kaderiyle yahut hevesleriyle birleşen bir tarafı yer yer hoşa gidecek bir tasvirle anlatılıyor. Bir de "burun sembolü" var, başka bir yazardan etkilenme mi değil mi bilemem. Bilmeden iddiada bulunmayayım. O sahneyi hatırladım. Tabi güzel anlatıyor. Birden bire gözümüzde değişik bir burun canlandırmayı başarır. Adamın öyle bir burnu olduğunu sanmıyorduk. Resmetti burnu. Tanpınar, Sanayi-i Nefise'de hocalık da yapar. Orada hocalık yaptığı yıllarda belli ki ressamlarla içli dışlı olmuş. Tanpınar kelimelerle resim yapan adamdır. Bu Güzel Sanatlar Akademisindeki hocalık yılları ona böyle kelimelerle resim yapmayı öğretmiş olmalı. Bunu Haşim'de de görürüz. "Burun"u anlattığı gibi bir insanın başını da kollarını da anlatabilirdi. Romancılar o konuda çok usta, en mahiri de Tanpınar galiba. Bakıyorsunuz zengin bir Paşa'nın Boğaziçi'ndeki yalısı veya konağı, bir bakıyorsunuz Şehzade- başı, Fatih, Aksaray civarında fakirhane evler. Mekanların karakterler üzerinde tesiri var. İnsan mekana alışır. Şu meseleye de değinmek istiyorum. Şimdi sokağa çıktığınızda Fransız, İtalyan, İngiliz askerleri görseniz ne dersiniz? Ne kadar dayanılmaz bir şey. Koca İstanbul işgal altında ne demek ? Bursa işgal altında, Edirne gitmiş. O Han Duvarları şiirinde olduğu gibi dertli gönüller ocağın etrafında bağdaş kurmuşlar, çare arıyorlar. Ankara'daki Çankaya etrafında o küçücük Meclis etrafında 38-40 yaşlarında bir Paşa ile ona güvenen adamlar bence minnettar olacağımız adamlardır. Sık sık dediğimiz gibi, Allah bizi büyük mekanımız olan vatanımızdan cüda kılmasın. Bizim mekanımız İslam dünyası ve insanlık kadar büyüktür. Türk musikisi, medeniyetimizin temel aynalarından birisidir. Yahya Kemal'in Itri şiirinde çok ustaca anlattığı gibi.Orada; «Musikisinde bir taraftan din bir taraftan bütün hayat akmış. Her taraftan, Boğaz , o şehrayin, Mavi Tunca'yla gür Fırat akmış. Nice seslerle, gök ve yerlerimiz, hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz. Bize benzer o kainat akmış.» diyor. Bir başka «Eski Musiki» şiirinde de « Çok insan anlayamaz eski musikimizden ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden.»der. Bunları birleştirdiğimiz zaman Tanpınar'da ve Yahya Kemal'de musikinin muazzam bir derinlik arz ettiğini görüyoruz. Tanpınar bir yazısında, bizim romanımız türkülerimizdir, diyordu bir başka yazıda ise, mesnevilerin bizim romanımız olduğunu söyler. Hikayeler, efsaneler, masallar işte musiki bu büyük zengin medeniyetin çok şaşırtıcı aks-i sedasıdır. Belli ki Tanpınar hem Batı musikisini dinlemiş hem de Klasik Türk musikisi denilen bizim bize benzer kainatın yansıması olan musikimizi dinlemiştir. Türk musikisi parçalanamaz milli bir kainatın rengidir. Türk musikisi her rengiyle bizimdir ve millidir. Hatta evrensel bir gücü vardır. Dünya musikileri ile boy ölçüşmek laftır, bizimki hepsinden üstündür. Bu benim başka musikileri küçümsediğim anlamına gelmez. Hiç şüphem yok ki Türk musikisi dünyanın en zengin musikisidir. Tanpınar'ın diğer eserlerinde ve yazılarında gördüğümüz kendisinden sonraki nesilleri etkileyen bir sahiplenme ve yaşama tarzıdır. Eserine zaten 'Mahur Beste' adını veriyor. Şiirlerinde de bunu görürsünüz. Musikimiz, özellikle nesirlerinde İstanbul'un güzellikleriyle birleşir. Bu Yahya Kemal'de daha derindir. Tesir muhtemelen Yahya Kemal'den geliyor ama bence Tanpınar'ın yorum tarzı daha geniş, psikolojik derinliği, ruhi atmosferi saran bir yönü var. Bu Sabiha'ya ait güzel bir söz; "ağlamak için sevmek". Bundan ne anlamak lazım? Sevdiklerinizi terk etmeyin manası var. Seviyorsanız, emin misiniz? Sahiplenin manası var veya değişik bakarsanız insanoğlu sevdiğine kavuşamaz. Şiirimizde, hikayelerimizde bir ara söyler gibi oldum. Bu dünya bir hasret diyarıdır. Vuslat yoktur. Vuslattan ziyade hasret güzeldir. Her insanın hayatında bilmem ki ayrılık var mı ? Yok diyebilir misiniz? «Hepsi güzeldi; kar, tipi, fırtına, günlerin geçişi ardı ardına, hasretiz bir kanat şakırtısına, adımızı soran arayan var mı?» diyor Tanpınar. Öldükten sonra dünyaya mesaj gönderiyor, dünyayı özlüyor. Dünyayı özleyen bedeni değil ruhu. Demek ki bu Sabiha'ya atfedilen ağlamak için sevmek, ayrılığa göndermedir. Sembolik mekanlar nerelerdir ? Başka yazarlar da bunu yapıyor. Refik Halid Karay'da rastladım buna. Reşat Nuri'nin de bazı eserlerinde olduğunu hatırlıyorum. Belki de oralı insanların okuyucu olması halinde, o semtin veya şehrin rahatsız olma ihtimalini önlemek için yapıyorlardır. Tarihi metinlerde de bir mahzur dolayısıyla açıklamak istemediği veya emin olmadığı için öyle geçer. Bu M. neresi? M ile başlayan bir yer mi? Başka bir yer mi? Bunun sebebini tam çözmüş değilim. Bazen de şahıslar öyle geçer, adı verilmez, esrarlı verilir. Bunlar bazı yazarlar tarafından açıklanıyor veya okuyucu tarafından keşfediliyor. Acaba neresi? Semt mi, şehir mi, devlet mi, şahıs mı? Çok titiz bir incelemeyle bulunur. Bu sembolik harfler çözülemeyecek şeyler değildir. Veya M.' de mekanlar üstü bir simge vardır. Bilinen mekanlar aşılarak mekanlar üstü bir gönderme olduğu da düşünülebilir. Her devir edebiyatının eserlerini okuyup okuyup düşünmeye, değerlendirmeye ve sohbetini yapmaya ihtiyacımız olduğunu söylemeli, bu zevki yaymalıyız.