50 Yıl önceki bir üniversiteli gencin hatıraları arasında…

23 Kasım 1971 / Pazartesi BAYRAM SABAHI'NIN GÖZYAŞLARI Sabahleyin güneş uykusundan uyanmadan yataktan kalkıp abdestimizi aldık, giyindik ve hafif yağmurun çiselediği dışarıya koştuk. Geç kalma telaşıyla bir dolmuşa alelacele atlayıp Süleymaniye'nin yolunu tuttuk. Cami epeyi doluydu. Biz arkalarda yer bulamadık. Önler daha seyrekmiş ve gayet güzel bir yere kuruluverdik. Sabah namazını kıldık. Dualar ve ilahilerden sonra tanınmış vaizlerden Feyzullah Değerli hutbesine başladı. O kadar tesir edici bir üslubu var ki, ben içinde bulunduğum gafletin ve ihmalciliğin sıkıntısı ile üzgün; göz pınarlarımı kendi haline bıraktım. Zira kurumuştum, katılaşmıştım, suya hasrettim bir zamandan beri... Sonra kalbim bu suyla yumuşadı, eridi, içim ferahladı. İç zenginliğimizi ve vitrinimizi kimsesiz bırakmamalıydık. Hakiki altının değerini sarraf nasıl takdir eder ve alırsa, temiz bir Müslim'in kıymetini de Allah değerlendirir ve bu zenginliğe talip olurdu, müşteri olurdu: - Gel ey kulum, temiz ve mü'min kulum sana ben talibim, bana gel geldiğin yere geri dön, imtihanını verdin, gel!... İslam'da hurafe bulunamaz. Zira İslam bir güneştir. Güneşin bulunduğu yerde nasıl karanlıktan ve lekeden eser olmazsa İslam'da da kötü ve akla mügayir şeyler olamazdı. Hurafe İslam'da değil insanların suni zanlarındandır. Kendilerinin fitne ve fesatlara kanmalarındandır. İslamiyet insaniyyete en üstün değeri verdiği gibi akıl ve ilme de öncelik tanımıştı. Neden artık "Bana bir harf öğretenin kulu kölesi olurum." diyen nesiller yetişmiyor? Neden insan kendi kıymetinin şuuruna varmıyor ve Hz. Ali'nin " Sen kendini küçük bir şey mi sanırsın? Sen de bütün bir alem gizlidir. " sözlerini kaale almıyor? Şeyh Galib: "Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen / Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen " diye seslenirken ne kadar hassas ve can alıcı bir noktaya dokunuyor... Hayfaki , biz hala dizginlerini koparmış atlar gibi meçhuller içinde ve fasitdairede kısır döngüye devam ediyoruz... Göğe merdiven yapabilecek bir kıvamda yaratılan ahsen-i takvim olan insan madde çukurunda derinleştiktemana göğüne de o kadar uzak düşmekte ve ahlak direği çürümeğe hızla devam etmektedir. Maddenin ve eşyanın kıymeti arttıkça insan haysiyeti de ona nispetle devalüe olmakta, azımsanmaktadır. Kendimizi İslam'a dönerek yenilemeliyiz. O insanlığın incisi büyük önderimiz, ahlak ve fazilettimsali Peygamberimizin yoluna tekrar girmeli, hayatımızı her zaman yeni olan İslami akide ve sünnetler ile takviye etmeli, insanlığın ahlakta yine öncüsü olmalıyız. O büyük insanın yine Allah vergisi merhamet ve hoşgörüsünden Her zaman gülümseyen, tebessümü eksik olmayan yüzünden, tatlı dilinden, temiz ahlakından, sadeliğinden ve çalışkanlığından ilham alarak nesilleri yeniden hakiki yaşamaya irca edecek bir uyanışa ihtiyacımız var... Sonra bembeyaz cübbesi altından gencecik fakat olgun simalı bir imam namazı kıldırdı. Bayram hutbesini yapmak için tekbirlerle yerine çıktı. (AllahüekberAllahüekber, Lailaheillallahüvallahüekber, Allahüekbervelillahilhamd) Cemaatin bayramını tebrik etti. Allah'ın bizi temiz ahlakla bezemesini niyaz etti. Ve sonra tanıdıklar arasında bayramlaşma başladı, kalabalık dalgalanarak dağıldı. İlk hutbe esnasında güneşin ilk mahmur ışıkları camiinin pencerelerinden renkler arasından süzülerek nadim ve mü'minsimalardaki gözyaşlarını açığa vuruyordu. Gözler parlak ve cilalı gibiydi yaşlardan... Ama bu dönüş ne kadar sürerdi bilinmez. İnsan iradesi nefsi ile güreşe ne kadar tahammül edebilirdi meçhulümüz! Ama yegane gerçek; insanın İslamdan uzak duruşu daima zararına olacaktır. Gönlümün karanlığını nurlandırmak arzusunda olan bir beni adem nefsi ve dünyevi ihtirasları daima yormalı, ilgi göstermeyerek o türlü hisleri aç bırakarak öldürmelidir... Acizane dileğimiz: Rabbimiz bize himmet ede... 21 Ocak 1972 ÖZ MUSİKiMİZ Fikrimizin ve duygularımızın tercümanı asırların şahsiyet verdiği Türkçemize yakın geçmişte taze ve olgun san'at meyveleri kazandıran şairimiz Yahya Kemal musiki için: "Açar bir altın anahtarla ruh ufuklarını Hemen yayılmaya başlar sada ve nur akını" mısralarını terennüm eder ve der ki: "Çok insan anlayamaz musikimizden Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden" Şüphesiz milletlerin tarihte devam etmiş halihazırda yaşanan kendilerine has hayat tarzları ve dünya görüşleri vardır. Bir topluluğa millet hüviyetini veren dil, din, an'ane ve ideal birliğidir. Musiki de halkımızın ve hayatımızın en asil aynalarından birisidir. Türküsüyle, şarkısıyla cenk havaların coşkun sesi mehteriyle kendi ruhumun nağme iklimleri hazırlayan milletimiz zamanın ötesinde konuşan, adeta maziye götüren olgun bir musiki vücuda getirilmiştir. Anadolunun bağrından sesler veren yerine göre şen şakrak, yerine göre yanık ve hasretli türkülerin yanısırapayitahtta ve kültür merkezi büyük şehirlerde bir dini musiki vücuda gelmekte idi... Hatta " Osmanlı sarayı onu lazime-yi saltanattan addederdi. Musiki san'atıan'anenin içinde idi. Enderun'da istidatlılar çok dikkatli bir musiki tahsili görürlerdi." Bu sarayın desteği ile Itri ve Dede Efendi gibi vakarlı nağmelerle sırrın kapısını zorlayan nice geniş ruhlu san'atkarlar yetişti. Sonsuzlıkta çalkalanan, sırlar alemini arayan muhayyeleleri sesleri kovaladı ve nağmeler ahenk yağmuru halinde nadideesertler haline geldi. "Sanatların sanatı " diye tabir edilen musiki, mütefekkir birsan'atkarımıztarafından şöyle anlatılıyor : " Musiki duaya benzer. Dua içimizde Allah'ı nasıl yüceltirse musiki de dua gibi insan ruhunu genişletir ve parlatır." Bunu doğrulayıcı mısralarla büyük şairimiz Yahya Kemal de bayram sabahlarının "saltanatlı tekbir"ini besteleyen Itri için: "Musıkisinde bir taraftan din, / Bir taraftan bütün hayat akmış; Her taraftan Boğaz, o şehrayin / Mavi Tunca'yla gür Fırat akmış Nice seslerle gök ve yerlerimiz, / Hüznümüz,şevkimiz, zaferlerimiz, Bize benzer o kainat akmış."diyerek bu milli sanatımızın ehemmiyetini ortaya koyuyor. Fakat son yıllarda bizim damgamızı taşıyan her şeye musallat olan kırılası eller, musikimizi de soysuzlaştırma çalışmalarını hayli hızlandırırlar. "Halbuki Türk musikisi böyle bir akıbete hiç de layık değildi. O, büyük bir cemiyetin , çoksıhhatlı bir hayat aşkının ve derin, huzursuz, her an ebediyetin muammasını çözmek için sabırsızlanan bir ruhun mahsulüydü." Musiki ruhların gıdası olarak da vasıflandırırlar. Ama nasıl musiki ? Adına caz yahut hafif müzik dene demirin kırık cam parçalarını ufalamaya çalışması eğelemesi gibi kulakları tırmalayan, sinirleri geren sesler mi? Musikinin ferahlatıcı ve kasvet verici olması istenir. Kulakları hırpalayıp sersemletmesi değil! İşte "Bizim öz musikimizin pirleri" insan denen en iyi kıvamda yaratılmış "ahsen-i takvim" vasıflı varlığın sükut ve dikkatine maddesiz nağmeler bestelemiş, sunmuşlardır. Bugün birçoğu elde bulunmayan "kaza ve kaderin gizlediği" bestelediği alemşümul bir inancın derin rahatlığı ve çoşkunluğu içinde vücuda getirilmiştir. Alim ve mütefekkir olduğu kadar her biri aynı zamanda birer musikişinas da olan Farabi gibi daha nice san'atkarlarımız yetişmiş ve ruh tellerini seslendirmişlerdir. Tanpınar'ın ifadesiyle adeta"bir melek kanadıyla tokatlanmış gibi" maddesiz bir varlığı yakalamağa çalışan muhayyile nağmeler tarafından ferahlık telkin eder. Kader tecrübesinden geçmemiş genç hiddetler ve asık suratlar musiki terbiyesiyle yumuşar. Bu tecrübeyi alan simalarda eksilmeyen vakarlı bir tebessüm sezilir. Şahsiyetin sadece musiki ile elde olunmayacağı aşikardır. Fakat onun şahsiyet binasında lüzumsuz direklerden, dayanaklardan biri olduğu da unutulmamalıdır. Yalnız bu terbiye verilirken ilk öğretimden itibaren "melodi" sıfatlı "kuvakvaklar", hayvan taklidi uydurma gürültüler değil milletimizin kendi havasında ve yaşayış nizamına uygun olarak terennüm ettiği bizi biz yapan, bizi aksettiren türkülerimiz ve onların da iyisi öğrenilmelidir. Bir müzik dersi konulmuşsa bu zorla senfoni, konçerto, melodi adını alan batı menşeli bestelere öncelik verilerek mandolin, piyano, saksafon, gitar gibi enstrümanlar refakatinde öğrenilmemeli, bizim sesimizin ve zevkimizin vasıtaları olan saz, tanbur, ney, kaval refakatinde milli havalarımız şakımalıdır. Batının klasik müziğini aşağılamak insafsızlık olur. Elbette onların kendine has Mozart, Bach, Bethoven gibi san'atkarları dünya çapında şöhret ve takdir kazanmışlardır. Ama kendi gayretleriyle yapmışlar. Biz niçin asırların teknesinde yoğrulmuş musikimizi geliştirerek yeni nesillere vermeyelim? Bütün kültürler milletlerin şahsiyetlerinin aynalarıdır. Uzun asırlar medenilikte önderlik yapmış bir ecdadın torunları kendini inkara varan bir taklit ve Batıcılık angaryasında zevklerinde de dejenere olmuşsa bu, ihmalin neticesidir. Bizim olan her kıymetin damgasının kazınmasına tahammülü olmayacak kadar şuurlu yetişmek ve irfan ordusunun milli kültürle müzeyyen neferleri olmak sıfatıyla milli musikimizi de hafife almadan onun aranjman adı altında hafifletilmesine ve dejenere edilmesine müsaade etmeyecek kadar bu konuda bilgili ve uyanık olmalıyız. Biz katı bir millet değiliz. San'atı da din ve an'anesiyle et ile kemik gibi kaynaşan oturaklı, taşı gediğine konulmuş asil bir milletiz. Ecdadımıza ancak muasır tavrımıza rekabet edecek bir kültürle layık olabiliriz. 28 Ocak 1972 KURBAN BAYRAMI. Bu Bayram namazını da Süleymaniye'de kıldım. 6.30'da beni kaldırmasını tembih ve rica ettiğim üst sınıflardan ağabeyim Mustafa Yalçın uyandırdı. Seri olmağa çalışarak giyindim lavaboya indim sular akmıyordu. Tam abdesti camide almaya karar verecektim ki borulardan sesler gelmeğe başladı. Sevindim şansıma, sükunetle abdestimi aldım, kurulandım ve giyinerek dışarı çıktım. Bir dolmuşa, şey ama galiba otobüstü?..Evet otobüse atlayarak Laleli durağında indim, yaya camiye gittim, vaiz sohbetine başlamıştı. Sabah namazı vakti geçmemişti, 10 dakika vardı. Kıldım ve hutbeye kulak verdim. Ramazan bayramı hutbesi kadar tesirli olmasa dahi faydalı mevzulara temas ediyordu. İslamiyetinfaziletli, karakterli insan yetiştirdiğini söylüyor, hadis-i şerifleri tefsir ediyordu. İslam nurunun aydınlattığı yerlerin gecelerin bile gündüzler gibi ışıklı gönüllerce aydınlık olduğu buna kıyasla gündüzlerinin ferahlığını varın siz düşünün. Geceye gündüz gibi ruh ferahlığı veren insanı aydınlatan bir din. Sonra bayram namazı vakti geldi, saat 8'de cemaat dalgalandı ve huşu içerisinde namazı kıldık. "9 tekbir iki rekat bayram namazı için uyduk hafız olan imama". İmam beyaz cübbeli, genç ve yumuşak tavırlı, vakarlı simasıyla orta boylu, güzel sesli bir insandı. Namazdan sonra hutbe için Itri'nin bestesi Tekbirin söylenmeğe başlanmasıyla benim de içim dolmağa, kalbim hafiflemeğe ve nihayet gözlerim incilenmeğe başladı. O kadar hüzünlü ve o kadar mes'ud edici garip bir duygulanma bu. Ne sevinç ne keder?.. Ömrümüzün mütemadi akan suları gibi. Durdurabilir miyiz o nerede kuruyacağı belli olmayan nehri?.. Ve genç imam o hitabete gayet elverişli sesiyle ruhları ferahlattı, çok iyi konuştu. Bu Kurban Bayramı ile birlikte mü'minlerin menfiyi müspete; maddeyi manaya, rezileti fazilete kurban etmelerini temenni eden hatip, daha birkaç mühim noktaya değinerek büyük önderimiz peygamberimizden misaller vererek yüreklere su serpti. "Nice bin dalgalı tekbir tek bir ses" oldu ve hatip indi, hafızlar nöbetleşe dualar eda etti. Sonra bayramlaşma başladı. Ben de imamla bayramlaşmak için kuyruğa girdim. Elini öpmek için eğildiğimde kibarca "estağfurullah, bayramınız mübarek olsun" derken şahsiyetinin vakarı ile bir kat daha kıymet kazanıyordu. Simasına dikkat ettim, renkli gözlüklerinin arkasındaki gözlerinde derin bir sükunet, simasında yaşından umulmayan bir olgunluk yükseliyordu. Sonra ayakkabılarımı kaybeder gibi oldum, ararken önünden geçip elime iki kere aldığım ayakkabının benimkisi olduğunu anlayınca dikkatsizliğime güldüm. Dışarı çıktım. Bir gürültüdür almış kapı önünü. Gazete satanlar, bildiri, reklam kağıdı verenler, sadaka isteyenler, yardım isteyenler. Hele yol boyu çıkış kapısına kadar dilencilerle dolu. Hakikaten fakir olanını sezmek çok güç. Zira bunların da bir tröst kurup zengin olma yolunu merhamet istismarıyla yaptıklarını gazetelerden öğrenmek mümkün. Ve karşıda bir çorbacıya girdim. "Fırat Doyum Evi" lokantanın adı. Bir çorba istedim ama istemez olaydım. Acı biberi yaktı midemi. Yemeyip geri göndermenin son derece hoşuma gitmeyen bir hareket olduğunu kendi lokantamızda tecrübe ettiğim için naçar yedim. 1 tekliği vererek Laleli'ye indim. Oradan otobüse atlayarak okula geldim, giyindim bayramlıklarımı. Mehter marşı nağmelerinin geldiği kantine indim, bizimkiler daire olmuş bayramlaşıyor. Ben de teker teker hepsiyle bayramlaştım. Okulun bu milli havasından gayet hoşlandım. Sonra Ahmet Kabaklı hocanın Haseki- Hakdiyen Apartmanı 1. kattaki gittim, evde yok. Ertesi gün gittiğimde de yoktu ki..birazcık üzüldüm. Sonracıma efenim, tekrar okula döndüm, pardesüyü aldım, iki kutu da şeker alarak Bahçelievler'deki akrabalarımız Sezai- Recai abilere gittim. Öğleye kadar onlarda kaldım. Daha sonra ortaokuldan sınıf arkadaşım mızıka astsubayı Ali Turan'ın evini çetrefilli bir aramadan sonra buldum. Çok temiz ve mü'min bir Anadolu ailesi. Yakınlık göstermeleri beni ziyadesiyle mütehassis etti. Akşam namazını 5 kişi babacan ve ak sakallı babasının arkasında cemaatla kıldık. İmamhatip'te okuyan babayiğit kardeşi müezzinlik yaptı. Sonra akşam yemeği yedik. Fazla diretmeden beni gece yatısına alıkoyacaklardı. Bir dahaki sefere sözünü aldıktan sonra beni ister istemez bıraktılar. Yanlarındaki yine hemşerimiz akrabaları bir gençle beraber çıktık. O Şirinevler'e ben Bahçelievler'e gittik. Ertesi gün sabah okula döndüm. Canım hayli sıkılıyordu. Bir Hint filmine gittim. "11 Çocuklu Bekar" adı. Yetim çocukları koruyan genç bir Hintli'nin hayat kavgasını ve merhametini dile getiriyordu. Fakat çok gittiğim Hint filmlerindeki o mahalli havayı bulamadım. O güzel müziği ve dekoru cazla dejenere etmişler, insanların davranışlarını da soysuz ve kozmopolit bir havaya büründürmüşler. Sonra çıktık. Sinemada tanıştığım hukuk son sınıfta talebe cemiyeti başkanı adaşım genç ağabeyle birlikte. Ben Kabaklı Hocaya bir daha uğradım yok. Okula geldim, kasvet ve yalnızlık içimde kat kat. Onu eritecek meşguliyet aradım. Masadaki resimleri değiştirdim. Sildim masayı iyice, radyodaki müzik programını dinledim ve kalemi aldım elime, bunları yazdım, saat oldu 23.45. Yarın ders çalışabilme dileğiyle yatmağa gidiyorum. Ya sabır çekerek dağınıklığa ve plansızlığa karşı, ufak tefek veyahut ciddi üzüntü ve sıkıntılara karşı savaş açıyorum. Yarından itibaren vakti rasgele harcamayıp önümdeki manialardan irademi kaybetmeden atlamayı düşünüyorum. Pardesüyü değiştireceğim, Osmanlıca ve dilbilgisi çalışacağım. Arada okunmak üzere yanımda şiir ve nesir denemeleri yapacağım. Müsveddedeki şiirleri deftere geçeceğim. Birikmiş çamaşırları sıcak su akınca ihmal etmeden yıkayacağım ve de şu bir ayı en az zararla kapayıp düzgün bir moralle İkinci devreye hazır olacağım.