Genç Bir Öğretmenin Hatıraları Arasında…

NECİP FAZIL'I DİNLERKEN 2 Mart 1985 Evde yalnızım. Necip Fazıl'ın kendi sesinden şiir kasetini dinliyorum.Çok hoşuma gitti ve hislendim. Gözlerim doldu, içim bir tuhaf oldu. Düşündürücü, üzücü. "Zindandan Mehmed'e Mektup"şiiri. Bu mısraları ancak yaşayabilen yazar; bir de Türkçe'yi iyi bilen, tadına varan. Mazlum ve mahkum bir insanın masumiyetine rağmen yaşadığı çile: "Baba katiliyle baban bir safta / Bir de "geri adam" boynunda yafta" Zindanın soğukluğu, memurların sertliği, merhametsizliği, duvarlar, asık suratlar.Işık sızdıran küçük pencere, dışarıya demirlerle kapalı ama gönüller, ruhlar daima "Allah'a açık" Ve Necip Fazıl bu şiirden yıllar ve yıllar sonra dışarı çıktı, kafalardaki zindanın demirlerini sökmeğe bir ömür verdi, ebedi yolculuğuna giderken resmi hapis borcu vardı ama binlerce, Türk'ün duasına alacaklı idi.Hakikaten güzel biten bir şiir: "Mehmed'im sevinin başlar yüksekte / Ölsek de sevinin eve dönsek de Sanmayın bu tekerlek kalır tümsekte / Yarın elbet bizim elbet bizimdir *** SERÇE ÖTÜŞLERİ İÇİNDE . İstanbul / Şirinevler - 31 Mayıs 1985 1405 Ramazanın 12'sindeyiz. Sahurdan sonra bir türlü uyuyamadım. Dergi için yenilikler düşündüm, kendimi, ailemi, insanlığımı düşündüm.Derken uykum kaçtı ve tan vakti ile kalktım, giyindim, salona geçerek radyoyu açtım.Ne güzel türküler. Can Etili okuyor: " Bahçelerde zerdali / Var git ellerin yari / Sen bana yar olmazsın da / Yüzüme gülme bari." Balkona çıktım. Ilık-serin tatlı bir yaza hazırlanan bahar sonu havası. Saba denilen böyle tatlı bir esinti mi acaba? Bir serçe uçtu geldi yakınımdaki elektrik telinin üzerine kondu, yüzüme karşı bir şeyler diyor. Hemen ardından karşısına, gagasında boyundan büyük bir çırpı ile bir başkası kondu. Demek ötekinin ötüşleri bunaymış. Yuvanın yerini mi tartışıyorlar, yoksa bu yeni mobilya üzerinde mi konuşuyorlar? İçeri geçtim. Radyo coştukça coşuyor. Çocuklara baktım. Düzelttim, üzerlerini örttüm. Hangi rüyadalar kimbilir? Bu uyku ne esrarlı şey Tanrım! Uykudan kimse kaçamıyor, doğumdan ve ölümden kaçılamadığı gibi.Radyo güzelim türkülerin birini bırakıp ötekini alıyor. İşte bir Azeri türkü: "Dişlerin incidendir./ Yüzün nece güzelse dilin can incidendir" .ve türküler bitti, Itri'nin tekbiri ile yeni bir program: Allahu ekber Allahu ekber lailahe illallah vallahuekber Allahu ekber ve lillahi'l hamd. Kur'an-ı Kerim ve açıklaması. Bir Cuma Sabahı programı.Güzel sabahta uyanık kalmışım. Gönül isterse her sabah güzeldir. Bunca güzel arasında en güzeller de bellidir tabi. Kur'an dinlemek hakikaten ruh dinlendirici: "Ya eyyühellezine amenü."Arayıp da bulamadığımız çok şey onda gizli.Büyük dostun sığınağı o. ".Ancak tevbe edenler...Allah.kötülüğün sözle bile açıklanmasını sevmez.Kötülüğü affederseniz, Allah da sizi affeder.".Ve Türk Tasavvuf musıkisi:"Hak şerleri hayreyler / Zannetme ki gayreyler / Arif anı seyreyler / Mevla görelim neyler / Neylerse güzel eyler" Ne güzel musiki ne güzel sözler, ne güzel inanç, ne güzel vatan, ne güzel dil, ne güzel aile hayatı, eş, evlat.Bütün azalarım yerinde ne güzel.Şükürler olsun Müslümanım, Türküm. *** RAMAZANI UĞURLARKEN. 30 Ramazan 1405 / 1985 Ramazan bitiyor.Son sahura kalktığım bu gece radyodaki "elveda" yayınının da tesiriyle zaten akşamdan beri içimi saran Ramazan'dan ayrılma duygusu iyice koyulaştı. Bu duygu nereden geliyor? Kimden öğrenmişim Ramazanın gidişine üzülmeyi? Yoksa duyguları da mı tevarüs ediyoruz? Her ne hal ise yeteri kadar hakkını veremesem; kadrini, kıymetini bilmesem de Ramazan gidiyor, fırsatlar gidiyor.. Bir milyar müslümanı melul, mahrun bırakarak, Bayram hediyesi bırakarak gidiyor. Müslümanlığı daha iyi öğrenelim, unuttuklarımızı hatırlayalım, hatalarımızı düzeltelim diye gelmişti. İçim izden dışımızdan bizi mana ışıklarıyla yıkamak, aşk ile donatmak için maddi-manevi varlığımıza misafir olmuştu. Şimdi kimbilir bilmediğimiz hangi seyyarelere, yıldızlara gidiyor? Ne imanlı, saygılı, nazik ve şen misafirdi. Camiler onunla nura ve insana hasretini giderdi. Minareler mahyalarla şenlendi. Ezanlar imsaktan sonra da dinlenir, ışığı arar oldu. Çocuklar onun mahiyetini merak eder oldular. En küçükler bile Ramazanın erken kalkmakla alakasını tahmin ettiler. Erken...Vakit dolmadan, horozlar ötmeden, gün ışımadan ;iş işten geçmeden, dar saatler bitmeden.Uyanık, hazırlıklı, nura doğru.Sularla dıştan, iman ile içten yıkanık, tertemiz duygularla O'na doğru yöneliş erken olmazsa ne zaman olabilir ki? "Geç kalanlardan olmayınız" denilmiyor mu? Yanılanlardan, aldananlardan olmak az mı ziyanlara uğrattı bizi? Allah'ım, sen büyüksün, affedicisin.. Rahmetin gazabını kaplamıştır, aşmıştır. Bizi de affet. Af ve mağfirete erenlerden eyle bizi.. Sabredelim. hoş görelim. Aynalarla oyalanmayalım. Terk edeceğimiz kabuklarla, eskimeye mahkum elbiseler, pabuçlar misali davranış ve isteklere kapılmayalım. Bunu her an fark ettir bize Allah'ım. Hani beş yaşım, on beş yaşım, yirmi beş yaşım? Otuz yaşlarda iken kırk yaşlara "ah" ettirme bizi. Her şey fani, ama nimetlerin güzel! Bizi daha bir insan yap.. İslam yap. Senden özge nemiz vardır?. Yeni Ramazanlar nasip eyle. Elveda ey Şehr-i Ramazan, yine gel. *** HEEY. HESRET ÇEKİR MEN. 21 Ekim 1985 Televizyonda Uygur, Kazak, Kırgız, Tacik Türklerinin yaşadığı Doğu Türkistan'a Nuray Yılmaz'ın yaptığı gezi programını seyrettim, çok hoşuma gitti. 1200 yıl öncelerine gitmiş gibi oldum veya yüzyıllar bugüne geldi. Allah'ım bu teknik nelere kadir.Asla göremeyeceğim ırkdaşlarımı ve öz ata topraklarını,soyumun asıl diyarını televizyon sayesinde gördüm. Gerçek, öz Türkçe'nin beşiği iller.Beş yaşında ata binen, yayla çocukları, keçe çadırlarda yaşayan Kazak aileleri.Kımız ve şölen ülkesi. Gülen yüzler, kırmızı yanaklı, küçük çekik gözlü yavru kurtlar. Pazarda şen insanlar, iş kebap yiyen Urumçililer, dikişteki kadınlar, kızlar.Omuzunda su bakraçları asılı pınardan eve gidenler.Turfan'da tek katlı kerpiç evler.Kaşgar'da yaşayan Müslüman Türklük.Oyunlarda çok örgülü saçlarıyla Asya'nın Türk varlığını yansıtan kızlar.Abdurrahman, Dilber, Ehmet, Mehmet..Sanki yüzlerce yıl ayrı vatanlarda yaşamamışız gibi soy ağacımızın asıl köke yakın dalları ve biz Batı'ya akan macera ve Kızılelma peşinde akıncıların çocukları. *** İMRENDİĞİM İNSANIN VEFATI ÜZERİNE. 15 Şubat 1986 Mehmet Kaplan, talebesi olmakla gururlandığım ender hocalarımın başında yer alıyordu. Son sınıfta iken içten içe kendimi onun asistanı olmaya hazırlıyor, hatta can atıyordum. Belli etmemeye çalışıyordum ama Hoca beni adeta teşvik ediyor, iltifatlarla yabancı dil öğrenmeye sevk ediyor, çalışmalarımı, yazılarımı tenkit etmeyecek kadar benimsiyor, güven aşılıyordu. Beni 973 yılı yazında Fransa'ya gönderilecek doktora adayı olmam yolunda haberdar ediyor, destek olacağını ihsas ediyordu. Fakat ben ne tecrübesiz, saflık ölçüsünde ihtiyatsız biriymişim ki bu uyarıların peşine düşmedim. Sanki o beni arayacakmış acemiliği ve durgunluğu içinde bekledim. Neden sonra vaktin geçtiğini öğrenince bir de küstüm. Karmaşık duygular içinde İstanbul'dan Anadolu'ya öğretmenlik macerasına atıldım. Doktoranın peşini bıraktım..Ertesi yıl sürgünler dönemi açılınca aklım başıma gelir gibi oldu ama Hoca'ya gittiğimde yabancı dil konusunda tavizsiz olduğunu anladım. İstemeye istemeye "Edebiyat" ihtisasından "Dil" doktorasına yöneldim. Doğrusu rahmetli Timurtaş tahminimden daha anlayışlı ve destekleyici çıktı.Asıl cesaret veren ise, rahmetli hocam, M.Necmettin Hacıeminoğlu. Adeta bana kefil olmuştu. Bana bütün kolaylıkları gösterdi ve doktora giriş imtihanınnda "Türk Dili" sahasını seçtim. Ama 1974 ve sonrasının siyasi istikrarsızlığı ve kafama yer eden mücadele fikri beni; içe kapanmayı ve cemiyetten tecridi gerektiren ilimden alıkoydu. Üst üste sürgünler ve yer değiştirmelerle meslekte canıma ve bedenime kasteden tehlikeler içinde yıllar geçirdim. Allah korudu, canım sağ kaldı. Ama ilim yolundaki hasretlerim hep gecikti..Kabahatli hep bendim. Memlekete hizmetin bir yolu da ilimdi ve vatanseverlik bazen suç oluyordu. Nereden anlayabilirdim? Yahut da bile bile gerçeklerden uzak mı yaşamalıydım, susmalı mıydım? .Her ne hal ise daima maddi itibar mevkilerine gelemedim ama Allah'ın yardımıyla sınıflarda memleketimin binlerce evladına milli, İslami, insani telkinlerden, ilim ve çalışkanlıktan, hür düşünce ve sevgiden örülü bilgiler sundum, müsterihim. Kendi çapımda ; anlattığı dinlenir bir öğretmen olmamın temel kaynakları bütün hocalarımdır. Ancak Mehmet Kaplan rahmetlinin ve Allah uzun ömür versin Ahmet Kabaklı'nın rolleri başta gelir. Kaplan Bey'in çevresinden kopmayıp ısrarla çalışsa idim, eminim iyi bir asistan ve öğretim üyesi olur ve onun velut yazarlık yolunu sürdürebilirdim. Kısmet değilmiş. Allah ömür verirse ilimde geciken yıllarımı telafi ederek, belki de gönlü edebiyatçı mantığı ve ihtisası filolog, bir alim olabilirim. Ama ben aslında milletime; bir Türk Öğretmen Akademisi'nin naçiz üyesi olarak hizmet etmeyi ne kadar isterdim. Meslektaşlarımın her türlü tesadüflerle gençliğimizi ve geleceğimizin evlatlarını eksik yetişmeye mahkum ettiği zamanımızda buna ne kadar muhtacız. *** ARTIK NİNEM, ANNEANNEM DE YOK ... 26-27-Şubat 1986 - Gece 00:10 Bugün mektupla haber aldım: Karaydı.. Kara bir karlı kış gününde çok kapalı bir havada, çamurlu yollardan eve dönerken maddi varlığımın kaynaklarından birinin kopuşunu varlığımda hissettim, yandım.5-6 yaş arasında 28 yıl kadar önce 1957-58'de baba-annemin vefatı ile ölümü tanımıştım. Evde bir vaveyla kopmuş, Kur'an okuyan dedemin mırıltılarının yerini gözyaşları, hıçkırık ve ahlar almıştı. Ben yalnızlığın zirvesinde hem annem ve hem arkadaşım ; o titiz, müslüman kadının, dedemin "sofu" diye hitab ettiği muhterem insanın kaybı ile dünyamın büyük bir kısmını yıkılmış zannetmiştim. .Anneannemi tanıdığımda daha büyükçe 8 yaşlarında okur yazar bir adamcıktım ve rahmetli pederimle Turhal'da bir garip fakirlik ve öksüzlük hali yaşamıştık.Gene bir tuhaf hileli bayrakla kesilen gelin alayı otobüsünde rahmetli Sultan teyzemin dizi dibinde yorgun Turhal'dan Erbaa'ya gittiğimde, bahçeli bir evde ikinci ninemi tanımıştım. Anneme sitemlerle kızan, beni güya seven fakat bakışlarında tam anlayamadığım ışıklar yanan bir kadındı. Yaşamayı, saltanatı, zevki, hayali seven, batıl inançları olan, mazisine ve soyuna hatıralarla tutkun bir Kafkas kadınıydı. O, 45-50 yaşlarında iken bile güzel, manalı bakışların, hakimiyet edalı tavırların sahibiydi .En nihayet benim ana tarafından öz ninemdi o.Bende ondan mutlaka izler vardı. Çocuklarımda da olacaktı. Müslümanlık duyguları kuvvetli, ilahi güçlere büyük imanı olan, masallar ötesinden bu tarafa gelmiş gibiydi. Çocukları güzel severdi. Bakışı derinden sevgi ve şefkat doluydu. Güzel gamzeleri vardı. Uzun uzun susardı. Tesbih elinde yazmalar içinde hatırladığım o güzel endamlı sevgili ninem, uzun elbiseler içinde bir asaletin timsali olduğunu adeta fark ederek yaşadı. Bazan mahrumiyetler çekti fakat ağlamaklı olmadı. En çok dayı-yeğenim oğlu Tümer'den ayrılık onu yaktı ve idealindeki mürüvvete eremeyen güzel büyük kızının yalnızlığı. Galiba yegane gördüğü torunu bendim. İsterdim ki benim çocuklarım da onu görsün ve ellerinden öpsündü. Bu yalan dünyada ne kadar da kendimize düşkünüz Rabbim.Allah rahmetine erdirsin. *** ISTIRABIN ZORU-KOLAYI Yarabbim, ıstırap çekmek ve sende başka sığınılacak bir yer bulamamak hem zor hem kolay. Zor; insan olarak hayatı çok seviyoruz, yaşamak güzel, güzellikler vazgeçilir gibi değil. Bütün bu hoş ve cazip yaşanılır olmalar içinde Tanrı'ya yakın olmak kolay değil. Kolay; Allah en darda iken en yakın dostumuz, ta içimizde şah damarımızdan da yakında.. Bir öksüz çocuk gibi sığındığımız en büyük varlık.Adı ıstırap olur da kolayı mı olur? Haksızlıklara maruz kalır da insan derdini anlatamazsa.Hak yerini bulmazsa, yalan ve isnatlar için de yıllarca biriken tecrübe ve imkanlar bir basit iddiaya feda edilirse insanın ıstırabının dinmesi ölümledir ama yaşamakiçin ayakta kalmak için direnmelidir. Haklılıkla, yüz akıyla çıkabilmek için, çoluğun çocuğun hatırı için, onlarla mesut ve namuslu yaşamak için.Ve hayat tecrübelerimi yakınlarıma anlatmak ve ilerde acı çekmemeleri yolunda evlatlarımı hazırlamak için.. Allah'ım sabrımı ve gücümü artır. ***