Her siyasetçi, siyaseti biliyor ve bu konuda yetişmiş uzman kişilerden ders almış, aldığı bilgilerle ülkeyi yönetmeye talip olmuş değil, bizim ülkemizde.
İlkokul mezunu olmak şart değil; üniversite ne ki!
En azından siyasette yıllarını harcamış ve ders çıkarmış biri olarak edindiğim izlenim bu.
Belki de Batı ile aramızda giderek açılan çağdaşlaşma farkı bu yüzdendir, değerli okuyucular.
Modernleşme ve çağdaşlaşma alanlarında, rahmetli Atatürk'ün vefatına kadar Batı'nın çok çok önündeyken, daha sonra girilen durağanlaşmadan sonra, son yirmi üç yıldır içte ve dış politikada inişli çıkışlı ve istikrarsız bir yönetim şekli, ülkemizi giderek modernleşmeden ve çağdaşlaşma uğraşlarından hızla uzaklaştırdı ve Orta Doğu ile yakınlaştırdı; şu anki tablo bu.
Avrupa Birliği ile girilen yoldan neredeyse kopmak üzere olan bir çeşit politikalara dönüştü dış siyasetimizde izlenen yol.
Batı'dan uzaklaştıkça, hukuk anlamında üyesi olduğumuz çeşitli antlaşmalara saygı göstermiyor ve altına imza attığımız maddelere uymuyoruz artık. Üyesi ve kurucusu olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nden bahsediyorum.
Bu durum, Avrupa’yı bizden hızla uzaklaştırıyor; maalesef, her ne kadar yöneticilerimiz "hayır" deseler de durum bu.
İllaki haberleri izliyorsunuzdur; her gün gözaltına alınan gazeteci haberleri ile dolu ekranlar. Demokrasilerde dördüncü kuvvet denilen medya, basın-yayın artık neredeyse dördüncü güç olmaktan çoktan çıkmış durumda.
Onların yanında bizler gazeteci falan değiliz ama yine de yıllardır yazıp çiziyoruz, bir takım fikir beyanlarında bulunuyoruz. Fakat gelin görün ki, hiçbir dönem böyle neyi yazacağımız neyi yazmayacağımız noktasında sıkıntıya düşmemiştik.
Ne yalan söyleyeyim, çekinir olduk her şeyden. İktidara yakınsan sıkıntı yok elbette ama eleştiriyorsan çok büyük sıkıntı. Bir cümleyi yazarken geri dönüp tekrar tekrar okuyoruz; "aman" yanlış kelime var mı, yanlış anlaşılabilecek bir mana çıkabilecek sözcük var mı diye kılı kırk yarıyoruz, vallahi.
Ben bu yazıyı hazırlarken iktidar asgari ücreti açıkladı ve büyük bir lütufta bulunarak yüzde otuzluk bir zam yaptı. Bu hayat pahalılığında devede kulak değil ama bu oranı maalesef onaylayanlar ve alkışlayanlar var.
Bakın şunu belirtmeliyim; yazacağım şey suç ya da iftira yahut birilerine hakaret değil ama ben yine de belirtmek istiyorum.
Asgari ücreti belirleyen kişilerin maaşı 350.000 TL, asgari ücret alanlara "şükredin" diyenlerin maaşları 55.000 TL, onlara alkış tutanların maaşları 12.500 TL...
Ne ilginç bir durum değil mi?
Bir kafede kahve içmek için oturduğumda, asgari ücret alan bir çalışanla konuştum. Sizlerle paylaşmak istiyorum; "Bu zamdan memnun musunuz?" diye sordum. Yüzünde acı bir ifade ile dedi ki: "Abla, ne yapalım, elimizden bir şey gelmiyor ki; ya onu da vermeseler ne yapardık?" dedi.
Bir şey diyemedim, kanım dondu sanki ve dilim tutuldu bir anda, hiç bir şey söyleyemedim. Oysa haktan, hukuktan, grev yapmaktan, örgütlenmekten bahsedecektim; inanın, hepsini yutmak zorunda kaldım.
"Onu da vermeseler ne yapardık?"
Alın bunu bir yere yazın ve başınızı iki elinizin arasına alıp bir dakikalığına empati yapın ve sonucu bir düşünün.
Bu asgari ücret açıklamasından sonra, hakkını arayan birini çarşıda, sokakta, pazarda gördünüz mü, duydunuz mu?
Anayasanın verdiği grev hakkı nerede? Yoksa hukuki değil mi? Değilse orada niye yazıyor o zaman, "yürüyüş ve grev hakkı vardır" diye?
Bir tek Cumhuriyet Halk Partisi'nin yeni lideri Özgür Özel'den başka, daha doğrusu küçük birkaç minik ses dışında bir açıklama yapan lider var mı?
Ben Özgür Özel'i "Don Kişot"a benzetiyorum. Beni yanlış anlamayın, kendisi de anlamasın ama aynen böyle, tek başına yel değirmenlerine karşı mücadele verip duruyor ve üstelik yanında "Sancho Pança"sı da yok.
Size bir şey diyeyim mi, değerli okuyucular.
Ben Özgür beye inanıyorum ve yel değirmenlerine karşı verdiği mücadeleyi kazanacağını biliyorum.
Şunu bilmesini isterdim: Bu uğurda verdiği mücadelede yanında "Sancho Pança"sı var...
Kim mi?
Bir kişide olsa o "deli" ben...
İşte öyle... Birgülce