"VER İKİ BUÇUK PAPELİ, AL TRENİ!.."
Sayın Kenan Oflaz hocama saygıyla..
Yol boyunca iki sıralı kara dutlar arasında yürüyorum.
Mayhoş ve küçük meyveli salkım söğütler gibi dallarını yere sarkıtmış dut ağaçları.
Mayhoşluk: Dutun cinsiyle mi, aşısız oluşuyla mı alâkalı, yoksa; çocukların tam olmasını beklemeyip yemesinden, ham oluşundan mı kaynaklı? bilmiyorum.
Evler iki yanımda sıra halinde ve tek tip 1951 de gelen muhacirler için yapılmış kimi hardal sarısı, kimi de kireçle beyaz badanalı, kimi ev de yarı beline kadar çivit mavisi iki oda bir sofa mı, yoksa "nohut oda bakla sofa" mı dersiniz tam da o biçimde.
Mutfak: deseniz; duvardaki beş-on tabak çanağın sıralandığı "tabaklık" dedikleri raf, tel dolap ve duvara yaslanmış kimilerinin "yastağaç" dediği yer sofrasından oluşuyor.
Eşya az olunca evler geniş bile sayılır.
Evin en konforlu yeri: Odalardan birindeki ahşap sedir, sedirin üzerinde duvara yaslanan ot yastıklar, kırpık rengarenk bez parçalarından dokunmuş bir "cacala" kilim, kilimin üzerindeyse; şilte ve minderler var. Sedirin eteği çepeçevre bir bezle perdelenmiş, altına lazım oldukça kullanılan öteberi konuluyor.
Tuvalet sözü henüz dilimize girmemiş "hela" derseniz, avluda.
Burası Muratlı ve Muratlı'nın da Muradiye mahallesi..
Demiryolunu İnanlı istikametine takiben giderken; yolun sağında kalan muhacir mahallesi.
Etrafı baharda yemyeşil ekin, yazın ise arasında koşuşturulan saklambaç oynanan dokurcunlarla dolu tarlalar. Tarla sınırında güvem çalılığı, erik ağaçları.
Ben o yol boyunca sıralı, yarı olmuş, yarı olmamış mayhoş meyveli bodur dutların arasında yürüyorum.
Ayağımda her çocuğun hayali kırmızı naylon ayakkabı sonra, Kamil Geçko'nun sıra dükkanlarında dedemin dükkan komşusu terzi Salim'e diktirilmiş askılı pantolon, ellerimde, ağzımda dünden kalan kara dut lekeleri, kulağımda anneannemin önce öfkeli bağırmaları, sonra pes perdeden nasihatleri bir elim dedemin elinde, diğerinde adeta bayrak gibi tuttuğum servetim: Hayatımın 2.5 liralık pembeli morlu ilk banknotu.
Boynumda cüsseme göre hayli büyük bir kravat.
Kravat: Başımdan aşağı geçirilmiş arkası lastikli bir yetişkin kravatı.
Yani, ayna karşısında boğazda bağlanan uzunluğu kısalığı değişen bir şey değil. Anneannem ona "boyunbağı" diyor.
Dut mevsimi olmasına rağmen hava serince ve hafiften rüzgarlı.
Anneannem: Bunu bana takarken dedeme açıklama ihtiyacı hissediyor ve ben o fısıltıyla yapılan açıklamayı duyuyorum.
"Çocuktur koşar oynar, kuş kanadından yel kapar boynunu üşütmesin" diyor.
Dedem: Ona hak verdiği için mi, yoksa bu konuda tartışmayı istemediği için mi? sessiz kalıyor.
Kravatımın kapı önünde hafif bir esintiyle savrulup yüzüme geldiğini görünce anneannem en önemli eksiği fark ediyor ve içeriye giriyor.
Ben: Bir an evvel gitmek için sabırsızlanırken; içeriden dikiş kutusunun karıştırılmasından kaynaklanan tıkırtılar geliyor.
Bana çok uzun bir zamanmış gibi gelen süreden sonra, nihayet elindeki çengelli iğne ile boyunbağımı arkadan gömleğime iğneleyip, eserine son noktayı koymuş edebiyatçı, son fırça darbesi ile resmi tamamlamış ressam edasıyla son bir bakış daha atarak gidişimizi onaylıyor.
Muratlı'yı sevmek için çok sebebim var; bir kere burada tren var, uçsuz bucaksız vagonları saymak, sayarken şaşırıp hayıflanmak, bir sonraki treni iple çekerek beklemek, pencereden bakan yolculara el sallamak, geldikleri ve gittikleri yerleri hayal etmek, o tren düdüğünün keskin sesi, her gün gördüğünüz insanlar dışında gelen ve giden yolcular, yolcuları karşılayan ve uğurlayanlar, hastane bahçesinde daha önce hiç görmediğim, efsane güzellikte ve güzelliğiyle hiç de uyumlu olmayan ciyak ciyak sesleriyle sıkılmadan uzun uzadıya seyrettiğim tavus kuşları, Çarşamba günü kurulan pazarı ve pazardaki susam helvacı, küçücük bir ahşap esans camekanında madeni tüplerden enjektörle çektiği esansı minicik şişelerde satan, enjektörde kalan parfüm zerreleri insanların eline yakasına püskürten, benimse; elindeki kocaman enjektör sebebiyle hep iğne yapacak sağlıkçı hissiyle ürpererek baktığım dedemin dostu Ferhat ağa..
Sonra dedemin dükkanı: Dedem camcı.. Özellikle Çarşamba günü pazara gelen köylüler bazen ellerinde bir ayva veya kızılcık çubuğu ile geliyorlar çubuk; kesilecek camın boyu, üzerindeki çentik de eni oluyor. Dedemin tek işi camcılık değil, çalar saat, dikiş makinesi, elektriğin olduğu evler için lambalı, çobanlar için pilli elde taşınan radyolar da satıyor, satışlar genellikle buğday, gündöndü, pancar, bağ bozumu vade.
Bir elimde artık dondurma var, diğerinde adeta bayrak gibi tuttuğum servetim olan pembe-mor 2.5 liralık banknotla istasyondayız, dondurmacı vişneli dondurmayı verdiğinde; istemeye istemeye uzattığım 2.5 liraya bakıyor dedemle göz göze gelip;
"oh hoo! sen zenginsin nerde, bende o parayı bozacak kadar para?" diyor dedem sarı on kuruşu uzatıyor, ben ziyadesiyle memnunum, hem dondurma sahibiyim hem 2.5 liram bozulmamış.
İstasyon: Güliver'in devler ülkesi gibi devasa trenlerin, lokomotiflerin arasında küçücükken daha da küçülüyorum.
Ben kocaman kapkara ve üzerinde kıpkırmızı ay-yıldız olan tren lokomotifine hayran hayran bakıyorum, pos bıyıklı bir istasyon görevlisi bezgin bir eda ile bakıp soruyor "treni beğendin mi?" ağzımdaki dondurma sebebiyle başımı evet anlamında aşağı yukarı sallayınca da; " o zaman ver o 2.5 papeli al bu treni" dedi.
Papeli anlamadım ama bakışından papelin para, üstelik benim elimdeki hayatımın ilk serveti, ilk banknotu olduğunu da aşikârdı.
Dedeme baktım o ellerini iki yana açıp, omuzlarını kaldırıp boynunu büktü. Bu "karar senin demekti."
Bir yanda her gün gördüğüm, görebileceğim devasa bir kara tren, diğer yanda kim bilir, bir daha ne zaman görebileceğim 2.5 liralık hayatımın ilk banknotu.. Elbette 2.5 lirayı kıyıp da vermedim.
Akşam kırmızı ayakkabılarım silinmiş ve temizlenmiş baş ucumda, 2.5 liram yastığımın altında, aklımda satılık tren, pos bıyıklı trencinin elimdeki paraya bakışı rüyalarıyla uyuyakalmışım.
Hayır!. Ne tren ucuzdu, ne 2.5 liralık banknot çok kıymetliydi, sadece o zamanın çocukları olan bizler; on kuruşluk dondurma, bir çift kırmızı naylon ayakkabıyla mutlu olabilen, küçücük yüreğine kocaman trenleri, hiç tanımadığı yolcuları, sığdıran daha masum, daha naif ve daha saftık.
Selam ve muhabbetle..
Yahya Kaptan