Memleketimiz sevgili Türkiyemiz için “Bir öğretmen Cumhuriyetidir.” denilseydi bence isabetli bir hüküm verilmiş olurdu. Onbeş yirmi yıldır, zihnimde dolaşan bu hükmün doğru olduğuna sizin de kanaat getireceğinizi düşünüyorum.
1848’de Darü’l-Muallimat-ı Âliye olarak Ahmet Cevdet Paşa tarafından yeni bir anlayışla kurulan öğretmen yetiştiren okulllar, 175 yıl boyunca farklı isimler altında günümüze kadar geldi. Artık bu vazifeyi şimdilik Eğitim Fakülteleri yapmaya çalışıyor. Keşke kurulmasını temenni edip yıllarca beklediğimiz Türkiye Öğretmen Akademisi bünyesi içinde daha ileri seviyede lisansüstü çalışmalar da yapılarak irfan ordusunun gücü ve zenginliği artırılabilse ve vuslat her seferinde bir başka bahara kalmasaydı.
Bizim millî geleneğimizde “hoca” önemlidir. Hocaya hürmet duygusu, geçmiş asırlardan günümüze ulaşan, Yesevilerin öncesi ve sonrasıyla millî karakterimizin ve İslamla mayalı Türk tasavvufunun beslediği bir manevî zenginlik arz eder. Oğuz Han’ın ak sakallısı Uluğ Türk, Bilge Kağan’ın yanı başında Bilge Tonyukuk, Oğuz illerinin “tamam bilicisi” Dede Korkut, Fatih’in danışmanı Akşemseddin ve nice Türk beylerinin ve hakanlarının fikrine değer verip danıştığı “hâceler”, kılıç ehli liderlerin cevherine “Kızılelma” ruhunu ve vatan aşkını aşılayan ilim irfan ocağının ezelden vazifeli mensuplarıydı. Bu “essah muallimler”, memleketi her badireden sonra yeniden kuran sonraki nesilleri de yetiştirdiler. Binlerce dağ köyüne, obalara, küçük kasabalara, nahiyeciklere onlar gittiler. Mazide dergâhlar nasıl yanık Anadolu topraklarında gül gül açıldılarsa, 9 Eylül 1922 zaferinin sonrasında da genç muallimler, Çalıkuşu’nun Ferideleri, Han Duvarları’nın bağrı dağlı yolcuları, ”Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya” öyle ulaştılar. “On yıl boyunca cepheden cepheye koşan”, askerden dönerken menzile varamayan, “ana kucağına ve yârine ulaşamayan Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış” ın garip kardeşlerini ve yeğenlerini onlar okuttular. Yarım asır önceki bizim nesil bile “Bayrağın dalgalandığı her yer vatandır” ülküsüyle aynı uğurda yetiştirilerek göreve atıldı. Daha 50-60 yıl öncesinde dahi Orta Anadolu’nun küçücük kasabalarından, köylerinden kopup gelen ,istikbal için oralara koşan, ana babasına yük olmamak için, adam olmak için, köyden kurtulmak için çare arayan bozkırların bağrı yanık çocukları, işte bu öğretmenlere sığınmakta, güvenmekte, her söylediklerini adeta emir telakki etmekteydi. Çünkü “cepheden cepheyi soran” yiğitleri, Balkanlardan, Çanakkalelerden, Yemenlerden, Sarıkamışlardan, Galiçyalardan sılaya dönemeyen kara yağız Anadolu çocuklarını yetiştirenler onlardı. Onlar, “Bir gül bahçesine girercesine bu kara toprağa düşenler”in çorak ve yarı ıssız topraklarda kalan yetimlerle öksüzlerini ve oğullarını sahiplenerek kucaklayacak, yaslı, yaralı ve yorgun vatanı tekrar ayağa kaldıracak ve yeniden inşa edeceklerdi. Cephelerde feda olan çocuklara niçin öldüklerini öğreten “Haydi oğlum, haydi git, ya gazi ol ya şehit…” diye büyüten, bağrına taş basmış, ebedî hasret yumağı gözü yaşlı ak yazmalı analar kadar onların ruhuna vatansız ve istiklalsiz yaşanılamayacağını öğreten bu hocalar, adsız kahraman muallim ve muallimelerdi. 1923’te Cumhuriyet’e kavuşan aziz milletimiz, ebedî devlet anlayışının bu merhalesinde yetiştireceği, köklere bağlı kurucu mahiyette “yeni insan modelinin hamurkârı” olarak yine hocaların, muallimlerin kutlu nefesine muhtaçtı. Cumhuriyet’in kurucu felsefesinde “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller yetiştirmek”, demokrat tabiatlı fakat “ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapabilecek”, ”kökü mazide atiler” temenni edilmekteydi. Bu vazifeyi deruhte edecek muallimlerin iyi yetiştirilmiş ve başarılı gençler olması önemliydi. Onları yetiştirecek fedakâr mürebbilerin de birer bilge kişi olmalarına ihtiyaç vardı. Onlar hoca ve bilge oldukları kadar ârif ve âlim de olmalı, en azından bu ince hakikate vakıf olmalıydılar. Bizde “bir bilene danışmak” bir olgunluk ve tevazu alametidir. Zira “Soran dağı aşar, sormayan düz yolda şaşar.” Bu danışma nezaketi, “ham ervah” olmaktan, çiğ kalmaktan kurtuluşun da sağlam çaresidir. Çünkü “Beşer, şaşar.” İnsan bilmek için diz çökecek, boyun bükecek, sabredecek, uykusuz kalacak, felaha erecektir. ”Sormaz ki bilsin, sorsa bilirdi. Bilmez ki sorsun, bilse sorardı” ikileminde kalmayacak , ”Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu ?” hikmetinin derdine düşecek, “bilmediğini bilmeyen” gafillerden değil “bilmediğini bilen” âkillerden olmanın huzurunu bulacaktır. Tarihin bitmeyen macerası, cehaletle bilgeliğin savaşıdır. Derin adamlar, bilge kişiler, eşyanın hakikatine vasıl olanların mayası, ilim irfan ocağında yoğrulur. Buralarda yontulup şekillenenler şahsiyet olur, buralarda karılıp pişen manevi aş, sadra şifa olur. Onların hocaları, bahsi geçen mana erbabıdır. Kaygusuz Abdal’ın “Bu âdem dedikleri el ayakla baş değil / Âdem manaya derler , sûret ile kaş değil “. sözlerinden başka ne anlaşılmalı ki ? Biz asırlarca bu değerleri sahiplendik, onlardan nasiplendik..
1970’lerin Yozgat’ının üç bin nüfuslu, kaderin beni getirdiği küçük ve fakir ilçesinde gencecik bir edebiyat öğretmeniyken, orta okul ve lisede okuyabilmek için her günün sabahında karda, tipide kışta kıyamette, defalarca şahit olduğum; keskin ayazda, çamurlu yolları aşarak köylerinden gelmeye çalışan ince naylon gömlekli, lastik ayakkabılı çocuklar tanıdım. O çocukların bazıları okuyup yıllar içinde önemli görevlere geldiler. Onların bir kısmı bir göz odacıkta, isli lamba ışığında istikbal arayan vatan evlatlarıydı. 50 yıl sonra hüsnü tesadüfle “sosyal medyada haberleştiğimiz “onlardan biri, o zamanlar kendilerine verdiğim 12 numaralı gaz lambasını saklamış, Millî Eğitim Müdürlüğü yaptığı büyük şehirdeki evinin duvarına “aziz bir hatıra” olarak asmış. Lambanın resmini bana gönderdiğinde ne kadar duygulandığımı tahmin edersiniz. O mahrumiyetler Türkiye’sinden bu günün müsrif ve insafsız günlerine gelmiş olmak, beni ürkütmüyor dersem yalan olur. O çocuklar, öğretmenlerinden, teşvik, destek ve sahiplenme görmeselerdi, yaşadıkları ve yaşayacakları zorlukları göze alabilirler miydi ? “Yeyiniz, içiniz fakat israf etmeyiz.” ikazını yapan “Muhterem Mürebbi”yi keşke layıkıyla anlayabilseydik. Şüphesiz, Rabbimizin elçisi de güler yüzlü bir muallimdi.
Reşat Nuri’nin Çalıkuşu’ndaki idealist hanım öğretmen Feride’den, Acımak romanındaki öğretmen Zehra hanıma, Halide Edib’in adını bile yazmak istemediğim romanındaki diğer saygıdeğer muallime Aliye hocahanıma, at sırtında dağ köylerine bilgi ışıkları taşıyan Avar Hanıma, M. Niyazi Özdemir’in okurken beni göz yaşlarıyla hüzünlendiren “Var Olmak Kavgası” romanının çilekeş kahraman delikanlısına kadar Anadolu coğrafyasında vazife yapan on binlerce öğretmen, “Alnımızda bilgilerden bir çelenk, nura doğru can atan Türk oğluyuz.” derken, candan samimi idiler. Onlar sadece nağmelerin romantizmine kapılmıyor, “Yurdum, seni yüceltmeye andlar olsun” diyerek yemin de ediyorlardı. Sonra ne olduysa oldu, muhalif rüzgârlar esti, büyü bozulur gibi oldu.
Ümitsiz miyiz ? Asla. O genç öğretmenler, yüz yaşına giren aziz Cumhuriyeti kuranların yanı başında onu korumak için nesillerce çalıştılar, çocuklarımızı koruyup, yetiştirdiler, bu günlere getirdiler. O zamanlar birkaç bin kişiyken şimdi sayıları milyonu aşmıştır…
Tanımakla ve dinlemekle şeref bulduğum rahmetli şair öğretmen Z.Ömer Defne’nin şiirindeki gibi ölümden sonra bile öğrencilerini özleyen, onların kendi mezarına sevgi çiçekleri örtmesini duygulu bir üslupla anlatan mısralar yok sayılamaz ve bize mahsustur. Başka toplumlarda da bu tavır var mıdır, araştırılmış mıdır? Bu bir zaaf mıdır meziyet midir ? Eğitimde objektifliğin sınırı nedir ? Bizde aileden biri gibi önemsenen ve benimsenen öğretmen karşısında nasıl olur da hissî davranılmaz? Her millet kendine benzer fakat yine de eğitimdeki başarı için duygulu yaklaşımın yerini belli nispette disiplin dengeleri almalıdır.
Kabul etmeli ki Cumhuriyet yıllarında art arda nesilleri hatasıyla, sevabıyla idealist-mefkûreci-ülkücü öğretmenler yetiştirmiştir. Asırlık Cumhuriyetimiz muallimlerin eseridir..Bir öğretmenlik romantizmi, ilkokuldan üniversiteye kadar hayatımızın her yanını sarmıştır. Eğer bu duygular samimi olmasaydı, çocuklarımızın önemli bir bölümü daha küçük yaşlardan itibaren “Ben de öğretmen olacağım.” diye düşünürler miydi ? Yüz yıl içindeki bütün olumsuzluklara, geçim zorluklarına rağmen -istisnalar dışında- öğretmenin / hocanın itibarı daima yüksek olmuştur. Öğretmenler, öğrencileri kadar kendi çocuklarını da iyi yetiştirmek niyetiyle hayata hazırlamışlardır. Bu bir asır içinde çeşitli oyunlar ve hesaplarla yıpratılmak istense de yatılı Köy Enstitüleri, İlköğretmen Okulları, Eğitim Enstitüleri, Yüksek Öğretmen Okulları hayırlı hizmetler ifa etmişlerdir. Günümüzde öğretmen yetiştirme işini üzerinde bulunduran Eğitim Fakültelerinin hangi ölçüde başarı olup olmadığı hâlâ tartışılmaktadır, Millî Eğitim Şuraları kamu oyundan kaçırırcasına yapılır, aceleye getirilir gibidir. Türk Eğitiminin büyük meseleleri vardır ve yüksek sesle görüşülmeli, tartışılmalıdır. Ülkenin kültür seviyesini yükselten şayet Cumhuriyet erenleri olan öğretmenler ise, nüfusunun neredeyse %2’si öğretmen olan bir toplumda yarınımız demek olan eğitim meseleleri hafife alınamaz.
Cumhuriyet ve Türkçemiz
Dünyanın en güzel dili Türkçemizin güzelliğini milyonlarca çocuğumuza yüz yıl içinde, şiirle, şarkıyla, türküyle, hikâyeyle, masalla, bilmeceyle, oyunla, derslerdeki çeşitli usüllerle öğretenler, sevgili öğretmenlerimizdir. Türkiye’de “tevhid-i tedrisat” dediğimiz eğitim birliği ve bütünlüğü içinde dil birliğini sağlayan, İstanbul Türkçesini yurt sathına yaymakta son derece başarılı olan da onlardır. Bu konu enine boyuna tekrar düşünülmeli ve değerlendirilmelidir. Çünkü kolejlerin alıp başını gittiği , yabancı dillerin itibar kazandığı, millî dilimizin öğretiminin ihmale uğradığı konusu da tartışma iddiaları arasındadır. Bugün tedbir alınmayan konular için yarın geç kalınmış olabilir…
Tanzimat’ın gazetesi Tercüman-ı Ahvâl’de Şinasi, “giderek umum halkın anlayabileceği mertebede işbu gazeteyi” yayın hayatına sunarken “dilde sadeleşme”nin kendinden öce başlayan temayüllerini birkaç adım daha ileri götürüyor, adeta “Millî Edebiyat”ın temel felsefesi , “Yeni Lisan“ anlayışının “ Dilde Türkçülük” umdesine zemin hazırlıyor gibiydi. Halbuki dil, milletin istekleri istikametinde varlığını devam ettirir. Millî varlıklarını koruma iradesine sahip milletler, önce dillerine sahip çıkarlar. Adına aydın da denilen münevverler, okumuş yazmışlar ne kadar üst perdeden kendi lisan görüşlerine göre hususî bir üslup arayışına girip farklı yahut “bir başka lisan tekellüm etmek” hevesine kapılsalar da ana yapıdan uzaklaşmayı göze alamazlar, tez zamanda yuvaya dönerler. 20. asrın başlarında yaşadığımız millî varlık mücadelesinde, kaybedilen topraklarla beraber, Yahya Kemal’in kederli ifadesiyle “gözlerimizin ardında bizim diyar olarak kalan” eski vatanlar, birçok meseleyi yeniden düşünmemize vesile oldu. Millî Mücadele yıllarını takiben artık biz bize kalmıştık. Kendimizi her konuda yeniden gözden geçirmeli, toparlanmalı, ayağa kalkmalıydık. 1920’ler sonrasındaki Türkiye, bize bambaşka ufuklar açtı. Anadolu’nun Selçuklu-Osmanlı-Cumhuriyet üçlemesiyle ifadesini bulan “Ta Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu”nun, Oğuz-Muhammed nesillerinin her alanda tekrar bir diriliş-silkiniş-atılış hamleler silsilesine yönelmesi kaçınılmazdı. Cumhuriyet’in kurucu kadrosu ve son Osmanlı’nın Anadolu bozkırında birleşen gönülleri, yarı sivil, yarı kurmay kadroları, millî-İslamî-insanî denge bağlıları ve yüzünü Avrupa’ya çevirenleri, ayakta kalabilmek, “ecanib” tarafından ezilmemek için “ihtilaf ve ittifak”ların kavşak noktalarında konuşuyor, yazıyor, dernekleşiyordu. Türkocakları, bunların en tesirli ve birleştirici merkezlarindendi. Bazı farklı görüşlerine rağmen millî şairimiz Âkif’in bile “Ne yapmalı ?” tereddüdü yaşayan birine “Orada bir Türkocağı açınız !” tavsiyesi manidardır.
Yüzüncü şeref yılına eriştiğimiz Cumhuriyet Türkiyesi, bugün vasıl olduğu seviye itibariyle büyük devletler arasındadır ve Turan’ın kapılarının aralandığı ve hatta açıldığı, millî olduğu kadar evrensel ölçülerde de ilerleyen bir yöneliş ve gidiş içindedir. Her nesilden, enerji ve birikim dolu yüksek potansiyel sahibi, yüz binlerce öğretmeni ve bilim adamı, milyonlarca öğrencisi, çalışanı, okumuşu yazmışı ile muazzam bir millî servet demek olan yetişmiş, yetişmekte ve yetişecek evlatlarının omuzlarında, Atatürk’ün güzel ifadesiyle “âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi parlamaktadır.”. Millet olarak her birimizin gücümüzün farkında olmak, namüsait mahiyetteki gelişmeleri düzeltmek, çalışmak ve iyimser olmak gibi manevî desteklere de ihtiyacımız vardır.
Cumhuriyet’in ilk nesilleri; bu heyecanı bilhassa “Muallimler ! Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister. “ direktif ve temennisinin ışığında ilk elli yıl muhteşem bir vazife icra ettiler, “Bayrağın dalgalandığı her yer vatandır.” idealiyle “Orda bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür.” dediler ve her türlü mahrumiyeti göze alarak gittiler. İkinci elli yılda devreye bizim nesil ve sonrası girdi. Kavga, çekişme, çok partili hayat, enternasyonal oyunlarla, millî dengelerin sarsılmasına rağmen, ayakta kalma mücadeleleriyle yüzüncü yıla erişildi. Her birimiz, “büyümekte ve gelişmekte olan Türkiye”nin meseleleriyle hemhal olmakta, çareler aramakta, projeler geliştirilmesine şahitlik yapmaktayız.
İşte “Güzel Türkçemiz” bu kökleri bin yıllar öncesine dayanan gücü, zenginliği ve yaşama azmiyle, Cumhuriyet’in idealist öğretmenleriyle mükemmele doğru ihtişamlı yolculuğunu sürdürmektedir. Sevgili Türkçemiz, söz varlığı ve kelime serveti ile , dünyanın zengin olduğu söylenen, yazılan, iddia edilen diğer dilleriyle boy ölçüşecek nispette ve kıratta bir “Dünya Dili” dir. Elli yıl önceki sözlüklerde 20-30 bin civarında gösterilen kelime sayısı, yeni yapılan sözlük çalışmalarıyla 500 binleri aşmış bir milyon hedefine yönelmiştir. Hem tarihî ve hem de yaşayan Türk şivelerinde yapılan çok sayıda hususî dizin-sözlükler ve yapılmakta olan şair-yazar-eser sözlükleri ile, Tükçenin söz serveti daha ileri seviyelere taşınacak, yeni karşılaştırmalı lisansüstü tezlerle, elektronik yayınlarla dilimizin Türk Dünyasının dünden günümüze bütün eserlerindeki kullanım zenginliklerine ve örneklerine ulaşılabilecektir.
Gelinen bu seviye, Cumhuriyet öğretmenlerinin eseridir. “Tevhid-i Tedrisat” denilen “Eğitimin birliği ve bütünlüğü” ideali, 100 yıl içinde, bütün aksama ve zaaflara rağmen, gerçekleşmiş, bu çetin iş başarılmıştır. Güzelim İstanbul Türkçesi, tarihte olmadığı kadar nüfusu 100 milyona yaklaşan Anadolu’muzda köylere kadar yayılmıştır. Malazgirt’ten beri diyar-ı Rûm’a akan bin yıllık Oğuz boylarının ve Türk’ün akrabası imparatorluğumuzun ve tarihimizin bakıyyesi toplulukların ortak anlaşma dili muhteşem Türkçedir. Bu güzelliği vatanın en ücra köşelerine kadar taşıyan da o eli öpülesi öğretmenler; Cemile Hanımlar, Aliye Hanımlar, Sevgi, Nurten, Tunçay, Şadiye, Şükran ve Cansever Hanımlarla, Nurettin Beyler, Safa beyler, Kadir Beyler, Mustafa, Ahmet, Mehmet, Faruk, Kemal, Orhan, Erol, Mertol, Necmettin Beyler diye sıralayabileceğimiz, isimsiz kahramanlar değil midir ? Bu milletin çocukları, ağızlarımızda anamızın ak sütü gibi temiz, helal ve berrak Türkçeyi evde, ağzı dualı nine, dede ve annelerinden sonra öğretmenlerinden öğrenmediler mi ?
Biz, güzel güzel şiirleri onlardan öğrendik, dualarla beraber masalları ve hikâyeleri, türkü ve şarkıları, millî oyunları, Dede Korkut, Ömer Seyfettin, Sait Faik’i de onlarla okuduk. Neredeyse tamamına yakını öğretmen olan yazarların kitaplarının sayfalarında mesut olmayı da onlara, samimiyetle “canım benim” diye sarıldığımız sevgili öğretmenlerimize borçlu değil miyiz ? Kısacası, Cumhuriyet Türkçesinin kurucuları ve mimarları, öğretmenlerdir.
Görüşlerimizin bu noktasında, 50 yıldır bitmeyen bir hasretimi ifade etmeden geçemem. 1848’lerde başladığını ifade ettiğimiz, çağdaş manada öğretmen yetiştirme tecrübemiz 175 yıllık mazisine rağmen istenilen seviyede mükemmel sayılamaz. Darülmuallim’den Köy Enstitülerine, İlköğretmen Okullarına, değişik kademede Eğitim Enstitülerine, Yüksek Öğretmen Okullarına ve şimdi de Fen Edebiyat, İlahiyat, İnsan ve Toplum Bilimleri, Sosyal Bilimler, Eğitim Fakültelerine doğru yayılan ve açılan çok sesli, çok programlı, bazen kadrosu fakir kalabilen on binlerce gencin okuyup mezun olduğu, hasbelkader atandığı son derece karmaşık bir yapıya doğru gelmiş, eleştiriler alıp başını gitmiştir. Çare bulması gereken Millî Eğitim Şuraları ise, göstermelik, “yangından mal kaçıran” bir acele ile gözlerden ve gönüllerden uzak düşürülmüştür.
Çare; çok gecikmiş olan TÜRKİYE ÖĞRETMEN AKADEMİSİ’ni kurmaktır. Her seviyedeki öğretmen yetiştiren Fakülteleri bitiren gençler, has öğretmen olmak için kimsenin çok da ciddiye almadığı, tuhaf formasyonlarla oyalanmak yerine, ayrı bir sınav ve kontenjanla lisansüstü eğtim verecek, tatmin edici burslarla desteklenecek merkezi İstanbul’da olan Ankara, İzmir, Bursa, Samsun, Trabzon Erzurum, Gaziantep, Adana, Kayseri gibi üniversiteleri de zengin şehirlerde açılacak Akademi şubelerinde dersli-tezli-uygulamalı olarak 3-4 dönemde mutlaka atanmak üzere yetiştirilmelidirler. Diğer mezunlar için ara çözümler üretmek imkânsız değildir. Yoksa, mülakatlı mı, test sınavlı mı, gibi ucu açık sübjektif yaklaşımlarla mükemmel öğretmen yetiştirmek abesle iştigaldir, havanda su döğmekti, hayaldir. Biz ümitvarız. Belki bir gün, dağların ardından bir cesur adam çıkar gelir de bizi anlar…Biz de mütebessim çehremizle, bastonumuza dayanarak kürsüye çıkar, ona şükranlarımızı sunarız. Niçin olmasın.? İnşallah…( 23 Nisan 2023, Erenköy)