ERALP GÜNAY

Öncelikle bu yazıyı yazmamım nedeninin, yıllardır Türk dil devrimi ve harf devrimleri ile ilgili toplumun önemli bir bölümünün nerdeyse hiç bir bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olduğunu tecrübe etmek üzüntüsü olduğunu belirtmek isterim. Sosyal medyada yapılan tartışmalara, bazen de sinirlerime hakim olamayarak en sert üslubumla dahil olmaktayım. Bu yazıda Türk dil devrim tarihinin tarihsel süreci, nedenleri ve nasıl sonlandığı ile ilgili bilgiler bulacaksınız, bu yazıyı okumanızı hakkında bilgi sahibi olmayanları bilgilendirmenizi rica ederim. Dil Devrimi Nasıl Başladı Türkçe, Türkler' in İslam' ı kabul edişiyle, aynı zaman dilimleri içerisinde İran coğrafyasını ele geçirmesi ile birlikte o günün din, bilim ve edebiyat dilleri durumundaki Arapça ve Farsça' nın güçlü etkisi ve ağır baskısı altına girdi. Bu durum ister istemez onun içyapısını da etkilemiş; dolayısıyla kendi kendini geliştirip zenginleşme gücünü yitirdi. Zamanla halkın dilinden de kopan Türkçe, edebiyatçılar ve aydınlar elinde artık "sanat gösterme" adına türlü kelime oyunlarına boğuldu ve yalnızca sınırlı bir aydınlar topluluğunun anlayabileceği, üç dilin karışmasından oluşan melez bir yapma dil durumuna geldi. Türk dilinin içine düştüğü bu durumdan kurtarma çabaları ilk olarak Tanzimat Devrinde başladı. Fransız ilimler akademisini örnek alarak kurulan ilk Türk akademisi olan Encümen-i Daniş'in 1851'de açılması ile birlikte Türk dilini geliştirme çabaları artmaya başladı. Encümen-i Daniş'in, kuruluş layihası, basılan ilk eseri ve gerçekleşen faaliyetlerinin büyük bir kısmı Ahmet Cevdet Paşa'nın elinden çıkmıştır. Ahmet Cevdet Paşa'nın kaleme aldığı kuruluş layihasına göre, Encümen-i Daniş Türk dilini geliştirmeye çalışacaktır. Bu dil ihmal edilmiştir. Eskiler eserlerinde Arapça ve Farsça kelimelere o kadar çok yer vermişlerdir ki, bir sayfada ancak bir iki Türkçe kelimeye rastlanmaktadır. Zaten bu eserlerin çoğu da süslü cümlelerle düzenlenen, halkın anlayamayacağı kitaplardan ibarettir. (1) Sultan Abdülmecid'in huzuru ile açılan Encümen-i Daniş, bir Türkçe gramerin hazırlanıp basılmasını, bir Türkçe sözlüğün hazırlanmasını ve herkesin anlayacağı bir dil ile bir tarih kitabının yazılmasını karara bağladı. (2) 1932 resmi bir ideoloji kapsamında Dil Devrimi'nin ortaya çıkış tarihi olarak görülse de; aslen dil devriminin ilk adımlarının Tanzimat'la birlikte atıldığını söyleyebiliriz. Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi sanatçılar, batıda yeni gelişen düşünceleri halka anlatmak için ilk kez sade bir dil kullanmanın gereğini duymuşlar ancak uygulayamamışlardır. Alfabe değişikliği düşüncesi de ilk kez Tanzimat aydınlarınca gündeme getirilmiş ancak gelen tepkiler sonucu bu düşünceden vazgeçilmiştir. Özetle, dil sadeleşmesi çalışmalarının çoğu o dönemlerde arzu edilen sonuçları vermemiştir. İkinci Meşrutiyet'in 1908'de ilanıyla beraber ülkede birçok alanda başlatılan yenileşme hareketleri kapsamında Genç Kalemler dergisinin önemini hatırlamak gerekir. İkinci cildinden itibaren İttihat ve Terakki desteğiyle çıkarılan dergi, milli bir edebiyat oluşturulması için önce dilde sadeleşme gerektiğini savunarak Yeni Lisan hareketini başlatmıştır. Yeni Lisan Hareketi, Türkiye Türkçesinin başlangıcı kabul edilebilir. Yeni Lisan hareketinin ve Genç Kalemler dergisinin çekirdeğini Ali Canip Yöntem, Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp oluşturmaktaydı. Atatürk'ün fikirlerimin babası diye nitelendirdiği Ziya Gökalp'in görüşleri özellikle yazımızın konusudur. Ziya Gökalp'in kültürle ilgili sorunların başında dili görmektedir. Gökalp, yazılarında halkın anlayacağı sade bir dil kullanmaya özen göstermiştir. Aydınların halkın dilini, halk edebiyatını aşağılamasını kabul etmez. Edebiyat da dahil olmak üzere tek bir dilin kullanılmasını salık verir. Bu kullanılacak ortak dil, İstanbul'un ve özellikle İstanbul hanımefendilerinin kullandığı konuşma diline dayanmalıdır.(3) Ziya Gökalp, halkın benimsediği artık yabancılığı kalmamış, hatta yaygınlaşmış, Türkçe eklerle türetilmiş sözcüklerin "milli bir servet" olduğunu vurgulamıştır. Dolayısıyla Farsça olan "ayna" sözcüğü yerine aslen Türkçe olan "gözgü "nün kullanımının yaygınlaşmadığına dikkat çekmiştir. "Ak" ve "Kara'nın, "Beyaz" ve "Siyah"ın tam karşılığı olmadığı bugün açıkça görülmektedir. Halkın yaşayışı içinde farklı anlamlar kazanan sözcüklerin dikkatlice değerlendirilmesi gerekmektedir. "Tengri"den gelen "Tanrı" sözcüğü, "Allah" yerine kullanılmak istenirse ve bunun için ısrar edilirse; şaşkınlık ifadesi olan "Allah Allah" yerine "Tanrı Tanrı" kullanma gibi büyük bir çelişki içine düşülecektir. Ziya Gökalp, "galat-ı meşhur" olmuş sözcüklerin Türkçe'nin özümseme gücünün bir kanıtı olarak görmüştür.(4) Ziya Gökalp, eski dilin kelimelerinin kullanımları ve değerlendirilmeleri konusunda "alimler"in değil, "halk"ın tutumunu dikkate almak gerektiğini vurgulamaktadır.(5) Gökalp ayrıca alfabedeki değişikliğin Türkler ile İslam Dünyası arasındaki bağı koparacağı endişesi taşımıştır. Ona göre Arap alfabesi, Türk lehçeleri arasındaki fonetik farkları da gizleyebilmesinden dolayı dil birliğini sağlayıcı önemli bir unsur olarak değerlendirilebilir. 1839 Tanzimat Fermanı'ndan itibaren gündemde olan ve 1 Kasım 1928'de çıkarılan kanunla resmileşen Latin alfabesine geçiş konusu ve 17'nci yüzyıldan itibaren Osmanlı aydınları tarafından zaman zaman dile getirilen dilde sadeleşme meselesi, 15 Nisan 1931'de Türk Tarih Kurumu ve 12 Temmuz 1932'de de Türk Dil Kurumunun kurulmasıyla farklı bir çehreye bürünür. Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin ilk taslağı da 11 Temmuz 1932 gecesi bizzat Atatürk tarafından çizilmiştir. Bu taslağa göre Cemiyet'te "sözlük-terim", "gramer-sentaks", "etimoloji" ve "dil bilimi" çalışmaları yapılacaktır. Hazırlanan tüzükte, Cemiyet'in amacı: "Türk dilinin öz güzelliğini meydana çıkarmak, onu dünya dilleri arasındaki değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek" diye gösterilmiştir. Dili özleştirme konusundaki çalışmalar, taşıdıkları bazı özellik ve ayrılıklar dolayısıyla kendi içinde 1932-1934, 1934-1936, 1936-1938 dönemine giren çalışmalar olarak 3 aşamada değerlendirmelidir. Dil devriminin 1932-1934 yılları arasındaki döneminde, dildeki Arapça, Farsça sözlere Türkçe karşılıklar bulunması, dolayısıyla Türk dilinin kendi söz varlığını ortaya koyması çalışmaları yapılmıştır. Bunun için bir yandan halk ağızlarından derlemeler yapılacak, bir yandan da eski yazılı kaynaklar ve sözlükler taranacaktır. Tarama yolu ile elde edilen bulgular 1934 yılında Tarama Dergisi adıyla iki cilt halinde yayımlanmıştır. Ancak, yapılan çalışmalardan beklenen sonuç alınamamıştır. Tarama Dergisi'nde yer almış olan malzeme, dilcilik açısından ciddi bir değerlendirme ve sınıflandırmadan geçirilmediği için, başta Atatürk olmak üzere hiç kimse için doyurucu olmamış ve beğenilmemiştir. Bu uygulamanın doğurduğu aksaklığın dil gerçeğine ters düşerek dili bir çıkmaza doğru sürüklediğini gören Atatürk, tasfiyecilik yönündeki denemelerin önünü kesmiş ve görüşünü: "Türkçenin hiçbir yabancı kelimeye ihtiyacı olmadığını söyleyenlerin iddiasını tecrübe ettik. Dili bir çıkmaza sokmuşuzdur. Maksatlarımızı anlatamaz olmuşuzdur. Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır! Biz daha önce kurtarmaya bakalım"(6) sözleriyle dile getirmiştir. Çalışmaların 1934-1936 yılları arasındaki dönemi, daha önce yapılan tarama ve derlemelerin bir ayıklamadan geçirildiği dönemdir. Bu dönemde, kurulan bir komisyonla Tarama Dergisi'ndeki Türkçe karşılıklar, bir Osmanlıca söze tek bir Türkçe karşılık bırakılacak biçimde elenmiştir. Türkçe karşılıkları bulunmayan Arapça ve Farsça sözler de olduğu gibi bırakılmıştır. Kelime türetme yollarına başvurularak Türkçe köklerden yeni sözler türetilmeye başlanması da bu dönemde gerçekleşmiştir. Güneş-Dil Teorisi'nin ilanına kadar süren bu dönem de ortaya koyduğu sonuçlar bakımından sevindirici olmuştur denemez. Dilimize Arap ve Fars dillerinden girdiği halde, Türkçeleşmiş ve dilin kendi malı olmuş bulunan devir, devlet, hatıra, hükumet, kalem, kanun, kitap, kemal, kuvvet, millet, sabah gibi sözlerin dilden atılması da kolay bir iş değildi. Artık halkın malı olmuş bu sözler nasıl atılabilirdi? Komisyon üyeleri arasında sık sık görüş ayrılıkları yaşanmakta ve beklenen ilerleme sağlanamamaktaydı. Yapılan çalışmaları ve tartışmaları yakından izleyen Atatürk, bu gibi Türkçeleşmiş sözlerden fedakarlık edilmemesi gerektiğini, çıkarılan cep kılavuzlarının, aşırı özleştirmenin yol açtığı karışıklığı gereğince dizginleyemediğini görüyordu. Kılavuzda yer alan 8.000 kelimelik bir dil malzemesi ile konuşmak da, yazmak da mümkün değildi. Atatürk bu konudaki görüşünü Kılavuz Komisyonu'nun başkanı olan Falih Rıfkı'ya şu sözlerle açıklamıştır: "Memleketimizin en büyük bilginlerini, yazarlarını bir komisyon halinde aylarca çalıştırdık. Elde edilen netice şu bir küçük lugattan ibaret. Bu tarama dergileri, cep kılavuzları ile bu dil işi yürümez. Falih Bey; Biz Osmanlıcadan ve Batı dillerinden istifadeye mecburuz." (7) Bu sözler, Atatürk'ün yabancı kökenli oldukları halde, artık Türkçeleşmiş olan sözlerin dilden atılamayacağı görüşünde olduğunu ortaya koyuyordu. Güneş-Dil Teorisi, Türk dilinin eskiliği ve başka dillere kaynaklık ettiği görüşünün dilbilim temellerine dayandırılabileceği görüşünden güç alan bir teoridir.Teorinin ilham kaynağı Viyanalı Dr. Hermann F. Kivergitsch'in Atatürk'e gönderdiği 41 sayfalık bir incelemesidir. Hermann Kvergić'in teorisinin ana fikri "Türk dilinin dünyada esas bir dil olduğu ve dünya dillerindeki birçok kelimenin de Türkçeden türediğiydi. Atatürk Türk Tarih Tez'ini desteklemek için Kvergić'in hipotezinin geliştirilmesini istiyordu. Çünkü kendisine güvenen ve saygı duyan bir millet bilincinin uyanmasını istiyordu. Avrupalı tarihçilerin Türkleri aşağılamasına yanıt olarak "Türk dili, Taş ve Maden devrinde kültür kelimelerini göç yolu ile yeryüzündeki dillere yayan kadim büyük bir kültür dilidir." mesajı verilecekti.(8) Güneş dil teorisi sonrası, 1932-1936 yılları arasındaki çalışmalarda temel alınan tasfiyeciliğin durdurulması. Mademki Türkçe öteki dillere de kaynaklık etmiş bir dildir, o halde, dilimize girerek benimsenmiş olan sözlerin de dilden atılmasına gerek kalmamıştır şeklinde bir anlayışa bürünerek tasfiyecilik çalışmaları tamamen rafa kaldırılmıştı. Nitekim Atatürk 1936 yılında dil konusunda yaptığı bir sohbet sırasında: "Yeni Türkçe kelimeler teklif edebiliriz. Bu yönde ısrarla çalışmalıyız. Fakat bunları Türk dilinin olgunlaşma seyrine bırakmalıyız. Birkaç gün önce Ahmet Cevat Bey'e söyledim: 'ketebe', 'yektübü' Arabındır; 'katip', 'mektup' Türkündür".(9) diyordu. Dil devriminin 1936-1938 yılları arasındaki dönemi, çalışmaların genellikle yaşayan Türkçe temelinde normal dil çalışmalarına dönüştüğü bir dönemdir. Bu dönemde, terimler ve özellikle okul terimleri üzerinde durulmuş; matematik, fizik, kimya, biyoloji, botanik, zooloji gibi müspet bilim dallarına başarılı terimler kazandırılmıştır. Hatta, bu yöndeki çalışmalara Atatürk'ün kendisi bile öncülük etmiştir. Onun müstakil, müselles, mütesaviyü'l-adla gibi öğrenilmesi güç Arapça terimler yerine; kare, dikdörtgen, eşkenar, üçgen, açı, teğet vb. Türkçe karşılıkları da kendisinin koymuş olduğu 48 sayfalık küçük bir geometri kitabı vardır.(10) Böylece, verimli bir çalışma dönemine girilmiş oluyordu. Atatürk 1938 yılının, Meclisi açış konuşmasında okunan yazısında, o yıl öğretime Türkçe terimlerle yayılmış kitaplarla başlanmış olmasının, kültür tarihimiz için önemli bir olay olduğunu kaydetmiştir.(11) Dili özleştirme çalışmalarının amacı ve ulaşmak istediği hedefler yukarıda belirtilen ilkelere dayandığı halde, üzülerek belirtmek gerekir ki, Atatürk'ten sonraki yıllarda, bazı kesimlerce, "Öztürkçecilik", "arı Türkçecilik", "dilde ilericilik" ve "devrimci görüş" gibi adlar altında yeniden dilde ırkçılık ve tasfiyecilik niteliğindeki aşırı özleştirmecilik hareketine yönelinmiştir. Her ne kadar bu görüşü benimsemiş olan kesimlerce, bu çalışmalar, dil devrimini, Türkçeleşme yolunda daha ileri bir düzeye ulaştırma diye gösterilmişse de, sonuçlarına bakılınca, büyük bir hüsran ile karşı karşıya kalmış olduğumuz ortaya çıkacaktır. Dilimize akıl, aşk, eser, hasta, gibi girmiş olan yüzlerce söz, Türkçenin gelişmesini engellemediği gibi, bunları arı Türkçecilik anlayışı ile dilden atmak, Türkçeye hiçbir şey kazandırmayacaktır. Dil de tasviyecilik 21.yy Türk gençliğinin Avrupa da en az kelime ile konuşan gençliği haline getirmiştir. Her geçen gün daha kötüye giden bu durumu değiştirmek sadece siyasilerin değil, ebeveynlerinde sorumluluğundadır. Bu yazıyı yazma sebebim, büyük önder Atatürk'ün ismi anılarak yapılan dil devrimi tartışmalarına tarihsel bir bakış açısıyla bakmaktı. İnsanlarımız genellikle cilt cilt kitap okumayı sevmediği için fikirlerini köşe yazılarından, son dönemlerde de YouTube videolarından almakta ve her zaman da doğru bilgiler edinememektedir. Edebiyatçı ve Tarihçi, Nihad Sami Banarlı'nın yorumu hepimize ışık tutmalıdır. ''Türk milleti tarafından fethedilmiş topraklar nasıl Türk vatanı olmuşsa aynı millet tarafından fethedilmiş kelimeler de öyle Türk kelimesi olmuştur.''(12). Atatürk sözlerini hatırlatarak yazımı sonlandırma isterim ''ketebe', 'yektübü' Arabındır; 'katip', 'mektup' Türkündür" Dilimize sahip çıkalım. Kalın sağlıcakla. Kaynakça 1-Agah Sırrı Levend, 1972, Türk Dilinin Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, TDK yay., Ankara. S.81 2-Cavid Baysun, 1986, Ahmet Cevdet Paşa Tezakir-i Cevdet, 40-Tetimme,TTK yay., Ankara. S.59 3- Uriel Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, çev. Kadir Günay, 2. bs., Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 2002, s.116 4-Heyd, age., s.117; Türk, age., s.109. 5-Tahsin Yücel, Dil Devrimi ve Sonuçları, Türk Dil Kurumu (TDK) Yay., Ankara 1982 age., s.29. 6- Falih Rıfkı Atay, Çankaya: Atatürk Devri Hatıraları, İstanbul 1969, s. 447. 7- Komisyon çalışmalarının ayrıntıları için Falih Rıfkı Atay, Çankaya: Atatürk Devri Hatıraları, İstanbul 1961, s. 452-454. 8- Meydan Larousse, Büyük Lugat ve Ansiklopedi, Güneş Dil Teorisi maddesi. 9-A. İnan, "Atatürk Devrine Ait Bir Hatıra", Türk Kültürü, S. 85 (Ankara 1969), s. 21. 10- M. Kemal Atatürk, İstanbul 1937, 2. baskı, TDK Yay., Ankara 1980. 11- Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, C. 1. Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara 1989, 1. C, s. 429. 12-Türkçe'nin Sırları - Nihad Sami Banarlı, 1999:33