Prof.Dr. M.Mehdi ERGÜZEL

Her milletin dili, asırlar içinde gelişir ve zenginleşir. Bir dilin bin yıl önceki kelimeler dünyasına katılan sonraki asırların getirdikleri; kazanılmış, fethedilmiş sayılır. Bu yüzlerce yılın, dilin servetine servet kattığı ve mana inceliklerinin fikir, sanat ve edebiyata yansıdığı malumlarınızdır. Dünyada hiçbir medeni dilin bir başka dil ve kültürden etkilenmediği görülmemiştir. Varsa eğer, kapalı toplumlar müstesnadır. Onların da kendi içinde daralıp kaldıkları ve ufuklarının açılamayacağı bellidir. Pigmeler, yamyamlar ve keskin hayalperest tasfiyeciler, bu gruba girebilir. Medeniyet tarihi, her alanda zenginleşmenin, olgunlaşmanın, çeşitlenmenin, renklenmenin ve çok sesliliğin tarihidir. Dil ve edebiyatlar birbirleriyle temasa geçtikçe, hem yeni kavramlarla hem de yeni bakış ve yorumlarla karşı karşıya kalırlar. Bu karşılaşmada kapılar kapanamaz. Kendinde bulunmayana sahip olma isteği, insanın tabiatında vardır. Çinli ile komşuysanız onun hayatının dile yansıyan taraflarından, Hintli ile komşuysanız onun inanç dünyasındaki kavram ve kelimelerden / Sanskritçe'den; tarihi kaderiniz, milletinizi Acem, Arap, Bizanslı / Rum ve Rus ile komşu yapmışsa, bu sefer onların musikisinden mimarisine, giyim kuşam ve ibadetten yaşayış tarzına kadar özelliklerinden etkileneceksiniz. Aranızda değişik alanlarda birçok alış veriş, mübadele olecek. Bütün bunlar kelimeler alemiyle birlikte ceryan edecektir. Milletler ve kültürler arası diyalog dilsiz olamaz. Tedbir alınmamışsa yenilikler kelimeleriyle gelir. Kervanlar; ipek, baharat ve muhtelif eşya taşırken, belki "hem ağlarım hem giderim" edasındaki yarı mütebessim gözü yaşlı gelinler, şiirli güzellikleriyle menkıbeleri de beraberinde getirecektir. Hülasa; diller, hayatın akışıyla birlikte asırların imbiğinden süzüle süzüle günümüze ulaşır, kendilerine has bir güzellikle, zaman üstadının elinde, dövüle dövüle tavlanır, kıvama erer. Bu değişim ve gelişim, sadece kendine mahsus oluşumuyla, geri çevrilemez orijinallikler kazanır. Seste, şekilde ve manada her gelen kelime milli dilin rengine bürünür. Irmak tersine döndürülemez. Diller de dünden bugüne ve yarına doğru akar. "Akışta demetlenmiş kainat", milli tecrübelerin kainatıdır. Zaman gelir, Türkçe kervanına Şarktan katılan kelimeler gibi Batıdan da terimler almak zorunda kalırsınız. Sözlüğünüz bin üç yüz yıl önceki yaklaşık ve muhtemel üç bin kelimeden her asır katılanlarla yakın gelecekteki beklentimiz olan üç yüz bin kelimeye ulaşır. Bunların hepsinin o dilin asli kelimeleri olması gerekmez. Mümkün de değildir. Büyük dillerin kelimeleri kendi içinde harman gibi savrulur, edebi güzelliklerle çiçeklenir. Dünyanın en güzel dili Türkçe de bu yönde gelişip serpilmiştir. Tarihi metinlerle takip edebildiğimiz bin üç yüz yıl içinde başka milletlerin dilleriyle boy ölçüşme derdine düşmeden, sağlam kurallarıyla, zengin türeme/ çoğalma imkanlarıyla, kıvrak söz dizimi canlılığı ile he asra klasik değerde eserler serpe serpe bugüne gelmiş olan Türkçe, istikbale doğru ebedi ve edebi yolculuğunu sürdürecek güçtedir. Türkçe de her dil gibi sıkıntılar yaşamıştır. Milletinin sadakatine rağmen aydınlarının zaman zaman vefasızlığına veya zalimliğine maruz kalmışsa da toparlanmayı bilmiştir. Çünkü Türkçenin her devirde "vefalı kızları ve öz oğulları" daima var olmuştur.Komşu milletlerin dil ve kültürlerinden kelime ve kavramlar alırken cümle yapısının, yapım ve çekim ekleri düzeninin bozulmasına izin vermemiş, fiillerini de korumuştur. Aldığı isimleri, bazı yapım ekleriyle ve yardımcı fiillerle bünyesinde eritirken bazılarını da kendi musikisine göre millileştirme / Türkçeleştirme yoluna gitmiştir. Ancak bu yolda aksamalar da yaşanmış, dinin dili Arapça, edebi dil Farsça, Türkçeye destek verirken zaman zaman bu diller kendi kurallarıyla dilimizi zorlamış, tamlama sıkıntılarına, söz varlığında yabancılaşmalara da sebep olmuştur. Milletimiz kendi "ana sütü aklığındaki diliyle" hayatını sürdürürken içinden yetişen bazı aydınları, tıpkı yakın zamanda olduğu gibi ortak medeniyet dillerine lüzumundan fazla kapılır olmuşlardır. Bu durum, aydın olmanın, kendine has özel bir dille yazmanın ve konuşmanın belki her millet ve kültürde rastlanan bir halidir. Yeter ki ölçü kaçmasın. Aydın, alim ve sanatçılar, yetişme tarzları, birikimleri ve kabiliyetleri ile farklı insanlardır. Halkın arasından çıksalar bile farklı oldukları içindir ki özel bir "dilin dili" denilen özel bir ifade ile yazarlar, yeni bir üslup peşinde koşan zekaları, onları herkes gibi olmanın hususi noktasına doğru yükseltirken milli dile de yeni ufuklar açarlar. Eğer yazarlığa hevesli gençleri guya çok sade ve öz ( ! ) nüansları zayıf bir dil kullanmaya yönlendirir veya zorlarsanız, ne Katip Çelebi yetişir ne Fuzuli ne Mevlana ne Yahya Kemal ne de Tanpınar.Alim veya sanatçı olabileceklere " Bizim istediğimiz dille yazın ve konuşun.." diyemez, hürriyetlerine sınır koyamazsınız. Aksi halde onlar, kanatlarını sanat ve ilmin hür sonsuzluğuna açamazlar. Bu noktada şunu da söylemeliyiz :Türkçenin tarihi dönemlerinin her birinde büyük milletimiz, medeni, ticari, siyasi münasebetlerinin kaçınılmaz bir sonucu olarak komşu dil ve kültürlerden kelimeler aldığı gibi onlara kelimeler de vermiştir. Bu alış verişler sırasında milli dilimiz; zaman zaman kendi kelimelerini kaybetmiş ve bazı kurallarından uzaklaşmış olmasının yanı sıra türetme, çokluk ve tamlama yapma kuralları gibi bazı yabancı kurallara da mağlup olmuştur.Tarihi Türkiye Türkçesi de dediğimiz dönemde yani Osmanlının yükselme ve açılma asırlarında "alışlar", "verişler" den fazla olmuş, bilhassa aydınların dili, Türkçenin ihmal edildiği raddelere varmıştır. Ne zaman ki Tanzimat ve Milli Edebiyat dönemlerinin yüz, yüz elli yıl önceki " giderek umum halkın kolaylıkla anlayabileceği mertebede" bir gazete Türkçesi sadeliğine ve Gökalp'in " Türkçeleşmiş, Türkçedir." tespitindeki pratik ve akılcı doğrulara ulaşılarak Ömer Seyfeddin'in " Milli bir edebiyat husule getirmek için evvela milli bir lisan ister ." görüşündeki isabetle davranılmış, işte o zaman yüz yıl önce durulan, kıvama eren, en az bin yıllık dalgalama ve coşmaların geliştirdiği Türkçe, nihayet zarif ve edebi güzelliğine kavuşmuştur. Bundan sonraki Türkçeye müdahaleler, can sıkıcı ve bin yılın kazançlarını tehlikeye atıcı boyutlara ulaşma istidadı gösterince yirminci asır aydınları ve siyasileri, farklı eğilimlerin eşliğinde ikiye, üçe ayrılmış, her biri guya "dili kurtarmaya" niyetliyken bir kısmı tamamen bilim dışı şaibeli yahut cahilane yollara sapmışlardır. Dil, herkesin istediği gibi hükmedeceği ve yorum yapabileceği bir serbest arena veya kavga alanı değildir. Ameliyathaneye uzman ve yardımcılarından başkasının girememesi gibi erbabı olmayanların da dil bilimi sahalarında at oynatmaya heveskar olmamaları beklenir.Orası ancak bilenlerin konuşup yazması gereken hassas bir dünyadır. İlim, kültür ve sanat erbabı, dünyada benzeri konularda neler olmuşsa, onları da dikkate alarak değerlendirmeler yapabilir. Emirle, talimatla dil ve kültür yönlendirmesi olmaz. Bu işler ancak milletin gözü önünde istişarelerle, kurultaylarla, farklı kesimlerden temsilcilerle yapılır. Kapalı kapılar ardında dil icat edilemez, asılıp kesilemez. Bin yılın hatırası kelimelerin karşısına " kasap" kimliğiyle çıkılamaz. Dili kesip biçip kuşa çeviremezsiniz. Dil narin bir emanettir, ihanete dayanamaz. Zayıflatılan dilin yol açtığı ağır bedeli, fikirsiz, edebiyatsız kalan sonraki nesiller öder. Dilin tarihi gelişimine ve özelliklerine uygun hareket edilmelidir. Bunun için bilim disiplini içinde tezler yapılır, eserler ortaya konulur, çeşit çeşit sözlükler hazırlanır, karşılaştırmalara gidilir. Sağlam ölçü şudur : Dünya dilleri için son yüz yılda neler yapılmışsa Türkçe için aynı hizmetler gerçekleştirilir hatta daha fazlası yapılır. Rahmetli hocalarımızın söyledikleri gibi milli dilimiz için "bir ibadet vecdi ile" çalışılır. Osmanlı Türkçesi, altı yüz yıl hükümran olmuş, Osmanlı Cihan Devletinin aydınları, devlet erkanı ve belli ölçüde de farklı şehirlerde yaşayan okumuşları ile halkı arasında konuşulan, yazılan, anlaşılan tabii Türkçenin özel bir rengi ve kültür zenginliğidir. Osmanlı Türkçesi, Türkçeden farklı bir dilin adı değildir. Belki diğer tarihi ve coğrafi Türkçe isimlendirmeleri gibi sonradan bu devrin Türkçesini yansıtmak üzere uygun görülmüş bir ifadedir. Türkçenin tarihi gelişimi içinde uzun sürmüş ve çok sayıda yazılı belge bırakmış zengin bir dönemi temsil etmektedir. 1928'deki Harf İnkılabından sonra yeni yetişen nesillerin Osmanlı dönemi yazılı eserlerini okuyup anlayabilmeleri imkanı ortadan kalkınca tarihi metinlerimizle bağlantımızın kopması ve- başka kültürlerde pek olmayan- kendi geçmişimizin kaynaklarına doğrudan ulaşıp inceleyebilme şansı da özel gayretler dışında ortadan kalkmıştır. Bu alanın bilim adamları, dil öğretiminde tarihi metinleri okuyabilmenin önemini ve alfabe engelinin belli seviyelerdeki eğitimlerle giderilerek yetişmekte olan gençlere öğretilebileceğini 40-50 yıldır ifade etmektedirler. Eskiden beri üniversitelerimizin, Tarih, Edebiyat, İlahiyat, Felsefe, Sosyoloji v.b. sosyal bilim alanlarında asıl veya seçmeli ders olarak okutulmakta olan Osmanlı Türkçesi dersinin beklenen verimi sağlayamadığı bilinmektedir.Gençlerin kendi yakın ve uzak tarihlerinin metinleriyle doğrudan karşılaşabilmeleri için önce Sosyal Bilimler Liselerinde seçmeli ders başlatılan Osmanlı Türkçesinin zamanla bütün liselerde okutulabileceği düşüncesi yaygındır. Biz bu yazı vesilesiyle "Osmanlı Türkçesi Dersi" nin liselerimizde seçmeli ders olarak yaygın hale getirilmesinin, hem Türkçemizin yaşayan gücüne hem de tarihi kaynaklarına götürecek yarının genç araştırmacılarının bilgi birikimine hizmet edeceği noktasındaki görüşlerimizi, gerekçeleriyle değerlendirmeğe çalışacağız. Tarihi Türkiye Türkçesi, milletimizin Anadolu'da kurduğu en ömürlü ve zengin medeniyeti, yüzlerce yazılı eseri, halkın diline de yansıyan binlerce kelime ve kavramı, renkli anlam nüanslarıyla yüklü bir dönemi temsil etmektedir. Bu medeniyet Türkçesi, dilimizin diğer büyük dillerde olduğu gibi kendi kültür kaynaklarından beslenmiştir. Bu Türkçe, Kur'an dili Arapçadan, edebi renklerle dolu Farsçadan da kazanıp millileştirdiği çok sayıda "fethedilmiş kelimeler"le ufku açılan bir Türkçedir. Dar bir bakışla veya kasten bin yılın kazandırdığı kelimeler terkedilemez. Başka kelimelerle "mübadele"si yapılamaz. Tıpkı şehit kanı , alın teri ve göz nuru ile vatan yapılan toprakların terk edilemeyeceği gibi. Çünkü Yahya Kemal'e göre "Türkçe, manevi vatandır."Çünkü millileşen kelimeler, alındığı dillerdeki kimliklerinden sıyrılıp Türk olmuştur. Mesele; o kelimelerin kaynağı olan dillerin bazı pratik türeme yollarını ve vezinlerini bilerek , dilimize geçmiş yaşayan örneklerde hatalara düşmeyi önlemektir. Osmanlı Türkçesinden bize yadigar kalan kelimeler yok sayılamaz. Zaten bu kelimeler, bütün gafletlere rağmen yok edilememiştir. Bu noktada, hiç olmazsa son yüz yılın güzel Türkçesiyle yazan en az yüz şair ve yazarımızı rahat okur , anlar seviyeye gelebilmek önem taşımaktadır. Bunun için, lise seviyesinde Osmanlı Türkçesinin kolay kurallarını ve "sınırlı söz varlığı"nı öğreten seçmeli derslere ihtiyaç olduğu, dilde fakirlik hastalığına yakalandığımız son elli yıldır, uzman fikir ve ilim adamlarınca yazılıp söylenmektedir. Garip bir "sadeleştirme ötesi arılaştırma tasfiyeciliği" ile ihmale uğramasına rağmen , son yüz yıla kadar ulaşmış, bin yıldan süzülerek zamanımıza gelen hayatta kalmayı başarmış bütün kelimeler , geldikleri kaynaklara dikkat edilerek, anlam incelikleri ve doğru telaffuzlarıla metinlere dayalı olarak öğretilmelidir. Kelimelerin ırkı / soyu aranarak düşülebilecek keskin arılaştırmacı cinnetten zaten artık vazgeçilmiştir ama olanlar olmuştur. Yunus Emrelerden bize ulaşan; Ö.Seyfeddin, R.Nuri, M.Akif, Tanpınar A.Nihat ve N.Fazıl Türkçesinin de tadını almak güçleşmiştir. Kelimelerin ruhuna nüfuz etmek gibi inceliklere dikkat edilmemektedir. Sebep, çocuklarımızın zengin söz varlığı ve nüanslarla dolu bir edebiyat ve genel kültür eğitiminden geçmemeleridir. Her ne kadar on on beş yıla yakın zamandır Sosyal Bilimler Liselerinde Osmanlı Türkçesi dersleri okutuluyor ise de ben ve neslim, rahmetli hocalarımız F.K.Timurtaş, M.Kaplan, M.Ergin, M.N.Hacıeminoğlu ve A.Kabaklı'nın da kitap ve yazılarında ehliyetle, bilerek, ısrarla ifade ettikleri gibi bütün liselerde önce seçmeli sonra alana göre zorunlu dersler halinde metinlerle zenginleştirilmiş bir Osmanlı Türkçesi yahut Tarihi Türkiye Türkçesi dersi koymanın zamanının gelmek şöyle dursun neredeyse geçmekte olduğu endişesini taşımaktayız. Engin medeniyet tecrübesine sahip büyük milletlerin zengin dilleri, hacimli lugatları olur. Asırlara göre yapılmış örnekli söz varlığı ansiklopedileri, şair ve yazar sözlükleri olur.Niçin önümüzdeki 2023 vizyonuna bu bakışla da girmeyelim ? Avrupa, ölü dil Latinceyi diri tutmaya çalışırken biz yakın varisleri olduğumuz üç nesil önceki dedelerimizin yazdıklarını anlamak için, mezar taşlarını, çeşme kitabelerini okumak için dışarıdan mı uzman getireceğiz ? Olmaz böyle şey. Sözün özü; klasik edebiyatımız olan Divan şiirimizde geçen en fazla bin kelimelik söz dağarcığı, nüansları ile öğretilmelidir. Tarihi Türkiye Türkçesinin kelime gruplarıyla da güzelleşen, tamlama haline gelen, belki yine bin civarındaki kullanımları doğru olarak öğretilmelidir. Edebi metinlere kadar girerek bir kısmı halkın dilinde yaşayan, deyimleşmiş, edebi sanatlarla güzelleşmiş hususi ifadeleri bozulmadan hikayeleriyle, telmihleriyle verilmelidir. Kendi bin yıllık dil servetimize bir başkasınınmış gibi soğuk bakmaya alıştırılmış ve bilgisiz olduğu için mazur görülebilecek gençler, ürkütülmeden, mazinin güzellikleriyle barıştırılmalı, Mozart'a gösterilen ilginin üç katı, Şekspir'e gösterilen saygının beş katı, Yunus, Fuzuli, Baki, Nedim, Itri, Dede Efendi yönüne de çevrilmelidir. Doğu veya Batıya husumet duymadan "önce can sonra canan" hükmünce, merkezden muhite doğru Mevlana'nın "pergel" misaline uygun bir ustalıkla "öz cebimizde kaybettiklerimiz" yine kendi edebiyat bahçelerimizde keşfedilmelidir.