ÖLÜMDEN DÖNDÜĞÜM GÜN

KÖYÜMÜZÜN YOLLARI YAPILIRKEN ÖLÜMDEN DÖNDÜM Tahminen 5-6 yaşlarındayım. Baharın tüm güzellikleri köyümü donatmış; ağaçlar rengarenk çiçek açmış, doğa yeşil elbiselerini giymişti. O bahar, köyümüzü Hayrabolu'ya bağlayan yolları düzenlemek ve yollara çakıl atmak üzere gelen iş makinelerinin ve kamyonların homurtuları güzelim kuş seslerini bastırmaya yetmişti. Yolların yapıldığı saatlerde yaşlı, genç, çocuk demeden herkes makinelerin çalışmalarını izlemeye giderdi. Şerif Aga'nın torunu Levent ile iyi arkadaştık. Levent'in annesi Subaşılı, babası ise Hasköylüydü. Onların köyü ile bizim köyün arası yakın olduğundan Leventler sık sık anneannesine misafirliğe gelirlerdi köyümüze. Levent'in dayısı Zeki, bizden biraz büyüktü ama Zeki'nin kardeşi Lütfü bizimle akrandı. Levent köyümüze geldiği zaman çoğunlukla Lütfülerin bahçede beraber oynardık. O gün de öyle bir gündü. Annemin elime tutuşturduğu yağlı ekmeğimi ısırarak arkadaşım Levent'in yanına gittim. Bir ara greyderin sesi beni o kadar çekti ki aniden bahçeden ayrılıp "Yel değirmeni" adını verdiğimiz bölgede çalışan makinelere doğru yöneldim, Levent de arkamdan geliyordu. Ailelerimiz makinelerin yanına yaklaşmamamız için bizi sık sık uyarırdı ancak o gün iş makineleri bizim eve çok yaklaşmıştı. Greyderi ve karıncalar gibi bir o tarafa, bir bu tarafa giden sarı sarı kamyonları izlemek çok keyifliydi. Köyümde o zamanlar motorlu taşıt olarak sadece Nebi Salih'in Fordson marka traktörü vardı. Onun da sesini duyduğumuz zaman yola koşar, traktörün geçişini hayranlıkla izlerdik. O bahar köyümüze gelen birden çok kamyon ve greyderin motorlarından çıkan sesleri dinlemek ve egzozlarından çıkan dumanları seyretmek beni ziyadesiyle mutlu ediyordu. Fırsat verseler makineleri ve kamyonları sürenlerin yanında koltuğa kurulup muavin olur, iş bitene kadar da kamyonlardan inmezdim. Bu benim için hayaldi tabii ki. Yolları düzleyen greyderin ve çakıllı toprak taşıyan Mafa kamyonlarının sesi beni kendine çekiyordu. Sarı renkli ve damperli olan kamyonların üzerine "Mafa" yazısı olduğu için köyde herkes bu kamyonlara Mafa diyordu. Hiç zaman kaybetmeden Levent'le koşarak Yel Değirmeni adını verdiğimiz bölgeye yöneldik. Greyderin daha yeni oyduğu toprağın mis gibi kokusu geliyordu burnuma. Köyümüzün yolları dardı ve her evin yola bakan tarafında çalılardan yapılmış çitler vardı. O yıllarda ağaçlara pek önem verilmezdi. Yol genişletmek uğruna makinelerin önlerine çıkan ağaçlar kökünden sökülürdü. Levent'le greyderin çalıştığı alana koşarak ilerledik. Komşumuz Turanların evlerini az geçmiştik. Greyder ise bizim evlerden biraz daha ilerideki diğer komşumuz Aytaçların yol kenarındaki ağaca bir darbe vurdu ancak ağaç yıkılmadı. Greyder manevra yapmak ve ağacı daha rahat yıkmak için geri geri gitmeye başlayınca Levent'le fırsat bu fırsat deyip ağacın yanından geçerek insanların daha yoğun olduğu yöne koşmaya başladık. Ne olduysa o anda oldu ve biz koşarak geçmeye çalışırken greyderden darbe almış olan ağaç üstümüze doğru devrildi. Ağacın bir dalı bana vurdu; yağlı ekmeğim elimden fırladı, ben toprağa yüzüstü kapaklandım. Bir ara bayılacak gibi hissettim kendimi. Nefesim daralır gibi oldu. İçime bir kor düştü sanki. Herkesin bana doğru koştuğunu, "Vah, vah gitti çocuk!" dediklerini duyuyordum acılar içinde kıvranırken. Ancak üzerimde çok ağırlık hissetmiyordum. Yüzüm gözüm toprak içinde olmasına rağmen yavaşça doğruldum. Elimi başıma götürdüm ve ılık bir ıslaklık hissetim avuçlarımda. Avucuma çekinerek bakarken bir de ne göreyim, avucumun içi kıpkırmızı kan! Levent daha geriden geldiği için düşen ağaç ona vurmamıştı. Levent yol kenarında donup kalmış, sessizce bana bakarken göz göze geldik. Ben bir çığlık atarak evimize doğru koşmaya başladım. Ağacın darbesinden dolayı başımda bir ağrı hissediyordum ancak eve kadar gidecek gücüm vardı. Avazım çıktığı kadar yüksek sesle ağlayarak evimize doğru koşmaya başladım. Çığlığımın diğer bir sebebi de evde babamdan işiteceğim azarın korkusuydu. Evdekilerden habersiz gitmiştim makineleri seyretmeye ve orada yaralanmıştım. Beni ilk önce Turan'ın babası Hüseyin amca gördü, eve doğru koşarken "İyi olmuş, ne b. arıyorsunuz makinelerin dibinde?" dediğini hatırlıyorum. Ağlayarak eve geldiğimde babam elinde dirgen ile ev önünde bir şeyler yapıyordu. Beni öyle kanlar içinde görünce nevri döndü. Bir hamlede beni kucakladı; başıma, yarama baktı. Bir "Offf!" çekti. Evladı, kuzucuğu kanlar içinde kalmıştı. Daha sonra babamın bağırarak olay mahalline gidip, neden böyle tedbirsiz iş yapıldığını sorgularken muhtarına da azasına düz gittiğini hatırlıyorum. Evin önünde toplanan konu komşu "Böyle feveran edip durma, sen şimdi oğlanı düşün. Allah korudu, yavrunu sana bağışladı. Hadi geçmiş olsun." Dediler. Annem içeriden çıkıp yanıma gelmiş "Ne oldu yavrum sana, nasıl oldu?" diye soruyor, "vah vah"larla başından sıyırdığı başörtüsü ile yüzümden akan kanı temizlemeye çalışıyordu. Benim yaram soğudukça canımın acısı artmıştı. Saçımın avuç içi kadar bir bölümü deriyle birlikte başımdan sıyırılmıştı. Annem hem için için hıçkırıyor hem de yüzümü siliyordu. Babam beni elimden tutuğu gibi Çolak Salih'e götürdü. Çolak Salih, köyün sağlıkçısıydı. Askerde sıhhiye bölüğünde aldığı eğitimle kendini yetiştirmişti. Salih amca köyümüzün doktoru gibiydi. Hastalara iğne vurmak, ufak tefek yaralanmalarda ilk tedaviyi yapmak, kanamayı durdurmak vs. onun işiydi. Salih amcanın sıcak suda yıkadığı bezle başımdan aşağı süzülen kanlarımı itinayla sildiğini, başıma tentürdiyot sürüp başımı sargı beziyle bağladığını hatırlıyorum. Sanıyorum bir hafta süresince pansuman için Salih amcanın evine gittik. Ben kısa sürede iyileştim ama kafamda haritadaki yolları gösteren çizgiler gibi bir iz bir ömür boyu bende yadigar kaldı.