Prof. Dr. M. Mehdi ERGÜZEL - AHLÂKÎ HAYATA VE LİSANA DAİR HİKMETLER…

Ahlak-ı Alai, Osmanlı medeniyetinin zirvede olduğu Kanuni Sultan Süleyman döneminde yazılmış; dini, felsefi, edebi ve ahlaki mahiyette milli irfanımızın klasik eserlerinden biri sayılmaktadır. Bu yıl itibariyle, eserin yazılışının 455. yılında bulunmamız (1565- 2020); ona eğilmemiz ve yeniden istifade etmemiz hususunda bir vesile teşkil eder diye düşünmekteyiz. O devrin alim ve arif şahsiyetlerinden, İstanbul Kadılığına ve Anadolu Kazaskerliğine kadar yükselmiş olan Kınalızade Ali Çelebi'nin eseri olan Ahlak-ı Alai, yazarının olgunluk çağında kaleme alınmış olması bakımından da önem arz etmektedir. Osmanlı müelliflerinin, o zamana kadarki İslam medeniyetinin bilgi birikiminden faydalanarak ortaya koydukları telif ve tercüme eserler, 16.asırda ve sonrasında, hem milli hayatımızda hem de Batı'da alaka ile takip edilmiştir. Eserin çok sayıda yazmaları içinde yirmi civarında metin Avrupa kütüphanelerinde bulunmaktadır. Yazarı, Kınalızade Ali Çelebi, zamanının irfan ehli olduğu kadar fıkıh, hikmet ve şiir vadisinde de bilgili ve kabiliyetli bir zattır. Milletlerin hayatında, dün-bugün-yarın diye de ifade edilen mazi-hal-istikbal muvazenesinin büyük önemi vardır. Nerelerden gelip nerelere gitmekte olduklarının muhasebesini yapamayan bugünün hiçbir nesli, yaşadığına hayat diyemez. Çünkü her millet, bugünü dünün üzerine bina eder. Köklerden dallara böyle gidilir. Necip Fazıl'ın, ecdadımızı kastederek; "Onlar köklerini nerelere daldırmışlar ki ?" sorusuna ancak geçmiş asırların penceresinden bakılarak cevap aranır ve mazi kütüphanesinin mirası olan böyle eserlerle izah getirilebilir. Bu bakımdan "Osmanlı Araştırmaları" kadar, daha önceki dönemlerin de ilmi incelemelere tabi tutulması, yarını bina ederken daima ilham kaynağımız olmalıdır. İrfan köklerimizi kaybetmemeli, "öz cebimizde" unutturulmaya çalışılan hikmetlerimize tekrar tekrar dönmeli, günümüzün manevi ihtiyaçları istikametinde onları yeniden "asrın idrakine söyletecek" yollar bulmalıyız. İlmi araştırmalar, bu yolların en makbulüdür. Biz de bu vesile ile tarihi metinlerimiz arasında hususi bir değer ifade eden, bir nevi siyasetname, yaşama bilgisi öğreten, hayat düsturları sunan ve büyük medeniyetlerde benzerleri görülen, mesela Eflatun'un Devlet'i gibi, Yusuf Has Hacib'in Kutadgu Bilig'i gibi, Andre Maurois'in Yaşama Sanatı ...gibi ve fakat onlardan daha muhtevalı, haşmet devirlerimizden günümüze yadigar bir kitabı, "deryada damla kabilinden" değerlendirmek, günümüze de ışıklar salan taraflarını tanıtmak, 630 sahifelik hacmi içinde, ilgi ve ihtisas sahamızın sınırlarını da aşmamak hassasiyeti içinde "lisan"ın afetlerine ve ona dair hikmetlere" dikkat çeken hususları düşündürmek istedik. Eserin sadece Avrupa kütüphanelerine ulaştırılmış çok sayıda nüshasının bulunması, belki de bizden evvel onların kadir bilir olduklarının acı bir ifadesidir. Bizde ise esere dair çalışmaların son elli yılda öne çıktığı, üzerinde master ve doktora çalışmaları yapıldığı, makaleler ve bildiriler kaleme alındığı erbabınca malumdur. Eseri yazı konusu yapmamızın maksadı, milletimizin ve devletimizin ihtişam çağlarında, nasıl bir cemiyet hayatı sürdüğümüzü, şahsiyet olma yolunda hangi ana hasletlere ve hikmetlere istinat ettiğimizi anlamak, günümüz için onlardan ne ölçüde istifade edeceğimizi tespit etmek, düşünce mevzuu yapmaktır. Kitap; " ideal bir cemiyet" kadar "ideal bir devlet" ve onu yöneten hükümdar ile kadrosuna kadar bütün insan hayatını saran kusurların ve meziyetlerin sayılıp döküldüğü, tahlillerinin yapıldığı, marazlarla birlikte ilaçların, devaların sıralandığı, tavsiyelerin sunulduğu, bir ahlak, siyaset ve ilm-i hikmet mecmuasıdır. Eserde, "insanlığın ebedi saadeti için elzem olan" ortak değerler üzerinde kafa yorulmuş, Osmanlı'nın yükseliş çağlarında bu değerlerin diri tutulması ve zaafların giderilmesi yolunda teyakkuz halleri ifade olunmuştur. Esere göre, ahlakla siyaset arasında yakın bir münasebet vardır. Yüksek ahlaki değerler ile bezenmiş bir cemiyette, merkezde insan vardır. İyi bir insan, mesut bir aile, zengin ve güçlü bir devlet düzeni, birbirini tamamlayıcı unsurlardır. "İyi- güzel-doğru" üçlemesinin, dünya görüşü vaz eden ahlak kitaplarının ve siyasetnamelerin izah getirdiği ana başlıklar olduğu hususunda ittifak vardır. Dinlerin, felsefi ekollerin, doktrinlerin yaklaşımları bin yıllardır, insanlık tarihini meşgul etmiş, çoğu hüsranla biten saadet reçeteleri unutulup gitmiştir. Osmanlı'nın asırlarca İslam'a istinaden yaşadığı mesut zamanlar, müstesnadır. Eserden anlaşılacağı üzere; Osmanlı devlet ricali ve münevveri, kendilerinden önce kurulmuş İslam devletlerinin kültür miraslarından ve hayat felsefelerinden azami ölçüde faydalanmışlardır. Gayeleri, "din ü devlet mülk ü milletin bekası" yolunda "nizam-ı alemi temin"dir. Onlar, madde-mana binasını, ilimle, sanatla korur, tezyin ederken, dolu bir hazine, güçlü bir ordu ve yerleşmiş bir hukuk ile inşa edilen devlet-millet ahengini istikrar içinde ebediyyen muhafaza cehdi içinde olmuşlardır. Bunu başaracak insanların ahlak ve karakterlerinin oluşması, ilim irfan ehlinin söz ve eserlerinin, ruhlara nüfuz etmesine muhtaçtır. HİKMETLERİ ARAMAK. Yazarımıza göre, meselenin temelinde , insanın hulkuna, aslına uygun yaşaması ve yaratılış hikmetlerinin idrakine varması vardır. Burada "hikmet mefhumu" nu Kınalızade'nin bakış ve üslubuyla hatırlatmak gerekiyor : "Hikmet, mevcudat-ı hariciyye ve nefsü'l-emrde ne halde ise o hal üzerine bilmektir." Yani hikmet, bilmektir, bilgelik yolculuğunun hedefidir. Eşyanın, varlığın, kendinden yola çıkarak hakikatini bilmek ve İlahi Kudret'le irtibatlandırmaktır. Nereden gelip nasıl gittiğimizin bilgisini aramak, bulmak, terbiyesini ve ilmini icra etmektir.. Ahlakın inceliği; hikmet ehli olmak, sırrı kavramak, bilip anlamak, şuurdan hayata gitmek, "emrolunduğun gibi olmak"tır..Fiillerin ve amellerin hangisinin salih veya doğru olduğunu, hayatımızı çekip çeviren İslami akideler ve onların sağlam yorumları ve uygulamaları gösterir. İlim ağacı amel meyvesini vermezse, böyle bir ağaca itibar edilmez. Yaşadığımız alemin mahiyetini kavramak, İlahi Kudret'le irtibatlandırmak, ebedi saadeti tahsil hususunda insanı şuurlandırır. Nefsin sıhhatinin korunması; ruhun, gazabdan, kinden, şehvetten uzak tutulması için yapılan ahlaki tavsiyeler, Kur'ani ve Peygamberanedir. Cismani / bedeni marazların tedavisi de, sebeplerin giderilmesi, illetlerin zıdlarıyla itidal sınırına çekilmesi sayesinde mümkün olabilir..Cimrilik, cömertlikle tedavi olunacaksa; gazab, şehvet, hayret, cehl, hışım, iftihar, mizah, tekebbür, istihza, maskaralık, gadr, zulm, kıskançlık, öğünme, beddillilik, korku, tembellik, hüzün, hased, kibir, afet-i lisan, fısk, fesad, fuhş, yalan, gıybet, koğuculuk, riya, medih-guluk,. gibi insan hayatını karartacak menfilikler, ifrat ü tefrit uçlarına sapmış manevi hastalıklar da yine itidal ilacıyla muvazene üzre zıdlarıyla tedavi olunmalıdır. Eserin ikinci bölümünde; aile ahlakı, ev idaresi, evdekilerin dünyevi ve uhrevi saadet için bilmesi ve uyması gereken kaidelere girilir, aile reisinin "ehl ü ayal"inin huzuru için yapması gerekenlere hikmet penceresinden bakılır. Aile efradının birbirlerine karşı takınmaları beklenen tavr u edaları, hüsn-i muameleleri, hep hikmet üzre, İslam rengine bürünmüş hallerdir. Helal kazanç temin olunacak, yenilecek içilecek, israf edilmeyecek, kanatkar olunacak, itidal üzre yaşanacaktır. İslam fıtratı üzere doğan çocuklar; yine dinin ve sünnetin istikametinde beslenip büyütülür ve terbiye edilirse, konuşma ve susma adabı, yaşama usül ve erkanının bize has hikmetlerle zengin inceliklerine alıştırılırsa bedbaht olunmaz. Ayrıca fertlerin, şehir ve cemiyet hayatı içindeki yaş ve cinsiyetlere, komşu ve akrabalara, mürebbilere karşı davranışların sınırları da hatırlatılmış, şimdilerde tam bir "mutluluk anahtarı" denilen, her toplumun kendine göre aradığı, -bence evrensel değerde- bilgiler HİKMET YOLCULUĞUNDA, LİSAN DURAĞI. Ahlak-ı Alai'nin yazımıza esas konu teşkil eden tarafı, hayatımızı düzenleyen milli-İslami-insani değerler manzumesi içinde, şahsiyeti en çok tesir dairesine alan taraflardan biri olarak "dilimizin, lisanımızın zaaf ve meziyet dengelerini tayin hususu" öne geçmektedir. Lisanın afetleri nelerdir, söz söyleme adabının sınırları nasıl tayin ve tahsil edilir? Kınalızade, bunlara her bölümde yaptığı gibi, kaideler vaz ettikten sonra başta ayet ve hadisler olmak üzre hikmetler ve ibret-amiz hikaye ve mısralarla açıklamalar getirmektedir. Biz bunlardan yaptığımız, bazan aslına sadık kalarak aynen, bazan özünü bozmayan sadeleştirmelerle kırk kadar seçme nasihati, dikkat nazarlarınıza sunmayı uygun bulduk. "Zikr-i emraz u afat-ı lisan" bahsinde, dilin uğradığı belalar ve tedavi çareleri anlatılır. Çünkü afetlerin en büyüğü ve şiddetle sakınılması gerekeni, lisandan gelen kötülüklerdir. "İnsanlar, lisanlarının mahsulüdür." buyurulduğu gibi bir erbab-ı kalem; "Dilim vahşi bir hayvandır, onu başıboş bıraktığım an beni yer.." sözüyle aslında bizi de ikaz eder. Dil, insanın latif ve şerefli bir uzvudur. Yalana, yanlışa mağlub edilmemelidir. Lisanın faziletleri ve faydaları çoktur. Ama "kişinin güzelliği şalında değil dilini tutmasındadır." Peygamberimiz, "Susan kişi, kurtuldu.Ya sus, ya hayr söyle" der. Çünkü "susmak hikmettir ve yapanı azdır". Hz.Süleyman'ın söylediği belirtilen "Kelam, sim-i ham ise, sükut, zer-i halistir." sözü, neredeyse değişmeden günümüze kadar gelmiştir. Hz.İsa'ya atfedilen "Asla hayrdan başka nutk eylemen / konuşmayın" ifadesi de peygamberler arası ittifak noktasıdır. Hz. Lokman, "Sükut, hikmettendir." der. Bazı hikmet ehli şuara ve hükema da "Sessizlik, süs; sükut selamettir..Konuşursan da uzun etme..Sükut yüzünden hiç pişman olmadım..Kelamın dörtte üçü sükut, dörtte biri nutk olmalı..Sükut sayesinde nefs-i emmare, murakabe edilir, şeytanın tahrikleri önlenir. Tasavvufi terbiyede; açlık, sükut, uzlet, uyanıklık ve zikir bir aradadır. Ve Peygamberimiz "Bana, cevamiü'l-kelim, yani kısa ve manası geniş sözler söyleme kabiliyeti verildi." demiştir. Kelam-ı melih, güzel söz, makbuldür, sünnettir. Bu konuda eserden seçtiğimiz, 40 hususu iki başlık altında sıraladık. LİSANIN AFETLERİ ARASINDA : Birisi, mizaha düşkünlüktür ki "kesret-i mizahun afatı çokdur. İstihza, alay yadırganır, yanlış bulunur. Bu yüzden, "İstihza eden kimselere cennet kapıları kapanır" denilmiştir. Lisanın afetleri arasında malayani; din ve dünyada faydası olmayan boş sözler söylemek; mucib-i hüsrandır. Malayaniyi terk etmek, Müslümanlığın güzelliğidir. "Boş konuşacağına taş ye, onu ısır." diyen birinin kastı bellidir. Fuzul-ı kelam; söyledikten sonra fazlalaştırmak, bıktırmak, döne döne aynı konuyu uzatıp durmaktır ki muhatabı rahatsız edici ve konuşandan uzaklaştırıcıdır. Havz-ı batıl; batıl ve haram nesnelerden ve konulardan bahsetmek; fuhşiyata, içkiye dair laf ü güzafa mütemayil olma afetidir. Mira ve cidaldur ki, mecliste başkasının sözüne dahil olup kırıcı bir tarzda itiraz ve mukabeledir. Tekebbür ile muhatabı azarlama ve münakaşa yoluyla incitmektir, makbul sayılmamıştır. Husumettir ki, bir öncekinden şiddetli sayılır. Muhatabın sözünü ve yaptığını kötülemek, onu çekiştirmektir ki haramdır. Tasannu'-ı kelam; yani, sözde çok sayıda ıstılahlar, ibareler, seciler, istiarelerle aşırılık yahut mübalağadır. Bunlar vakit israfı sayılmış, tumturaklı söyleyiş uygun görülmemiştir. Bu ve benzeri sözler, suni ağız eğip bükmeler tavsifiyle yadırganmıştır. Fuhş-ı sebb ve şetm ü kazf etmek; ki ona bezaet-i lisan yani açık saçık, çirkin kaba ve küfürlü konuşma, iftira etme suretiyle şeref ve haysiyete kasteden sözler etmek, çok yanlış bulunmuştur. "Gına itmek ve şi'r söylemekdür " ki, güzel sesleri, sözleri, nağmeleri başkasından dinleyüp lezzet almak, vecd ile sema,raks ve benzeri diğer harekat, lisanın afetlerinden sayılmıştır. Fakat bazı ulema, Kur'an'ı güzel okumaya ve hikmetli şiire cevaz verir. "İfşa-yı sırr-ı aher", yani kendine emanet olan sırrı, gizlenmesi gereken bilgiyi başkasına söylemektir ki söz afetidir ve günahtır. "Va'd-ı kazib" dür ki sözünde yalancı çıkmaktır. Halbuki "vaade vefa etmek (sözünü tutmak), mü'mine vaciptir." "Kizb" dir, yalandır; kabahat ve ayıpların en kötülerinden sayılmıştır. "Kim bana atfen yalan söylerse, cehennemdeki yerine hazır olsun..Allah kıyamette şu üç kişiye asla bakmaz : Yalancı hükümdar, kibirli fakir, zinacı ihtiyar.." hadisindeki ikaz, yalanın söz afeti olarak vehametini anlatmaya yeter. "Gıybetdür" ki, bir kimse hakkında "işittiği takdirde incinmesi muhtemel bir nesneyi söylemektir." "Nemimet" yani "laf taşıyıcılık afeti"dir ki, Kuran'da " Kusur arayıp kınayan, durmadan laf götürüp getiren.."diye menfi tanıtılmış, hadiste ise "Koğucu, cennete giremez." ifadesiyle kınanmıştır. Şair der ki ; "İki beden arasındaki ceng, ateş gibidir. Bedbaht koğucu (nemmam), bu ateşe odun taşıyıcıdır. Bir gün bu ve o, birbirlerinin gönüllerini hoş ederler. Onlara laf taşıyan bedbaht, arada mahcub olur." "İki dillü olmak" tır ki, " ana zü'l-lisaneyn ve zü'l-vecheyn dirler. İki düşmanun arasına girip her birine bir dürlü söyleyüp esas-ı adaveti muhkem itmekdür." , aradaki düşmanlığı artırmaktır. Bu manada iki dillilik, iki yüzlülüktür. "Medh-guylık" dur ki, bu afete müptela olanlar, sözü ifrat ile söyler, mübalağa ile överler. Bu en çok da kasidelerle ve şiir yoluyla yapılır. Övülene de büyük zararı vardır. Çünkü övülmek, övünmek, kibre kapılmak, şeytana yakıştırılmıştır "Kelamda vaki olan dekayık-ı hata vü halel" dür ki, çok konuşanların, "ilm-i fesahata, beyan ve belagata kadir olmayanların", sözlerinde düştükleri zor durumları, yaptıkları yanlışları, gafları, isabetsizlikleri ihtiva eder.Cehaletten ve görgüsüzlükten doğan, günümüzde "çam devirme" de dediğimiz, latife yahut şaka diye yarı küfürbaz ifadeler ve kahkahalı, sitemli laf atmalar bunlar arasındadır. "Avamun, dekayık-ı ulum ve müteşabihat-ı Kur'an ve sırr-ı kaza vü kader ve müşkilat-ı esrar-ı hikmet-i şeriatden süal itmesi" dür ki , bilgisi ve tahsili yeterli olmayanların ulema ve hükemaya alelacele konuşulamayacak ciddi konularda fikir beyan ederek sorular sormaları, ihtisas dışı kalmaları ve hazırlıksız olmaları hasebiyle sözün seviyesini düşürebilir. Sorular kadar cevaplara da dikkat edilerek söz hatalarından sakınılması gerekir. .VE SÖZ SÖYLEME ADABI : Ahlak-ı Alai'de; söz söylemenin, konuşmanın ve kelamın ehemmiyetine dair nasihatler verilmekte, hikmetli örneklerle yine ayet ve hadislere de dayanarak kaideler konulmaktadır. Bazılarını belirtmek gerekirse : "Gerekdür ki mutlaka çok söylemekden gayet ihtiraz olına ki kesret-i kelam, hıffet-i dimağ ve sehavet-i aklun lisanıdur ve mucib-i sükut-ı mehabet ve kıllet-i vak' dur." Yani, çok konuşmaktan sakınılmalı ki çok söz, dimağ hafifliğine, akıl zayıflığına, ağırbaşlılığın, vakarın azalmasına sebeptir. Böylelerinin sözü sohbeti dinlenmez, ifadelerinden rahatsızlık duyulur. Meclislerde uzun uzadıya hikayeler, dal budak salan, sözün sonunun, meramın, maksadın bulunmadığı, diğer sohbet erbabına konuşma fırsatı vermeme ve diğer kimselere sıra tanımama tavrı, rezillerin rezili ve huyların en çirkinlerinden biridir. Halbuki söz ne kadar hikmetli ve kısa ise o kadar edebe uygundur. Çünkü sözün hayırlısı, delile dayananı, meramı ifade edeni ve az olanıdır. Kim çok konuşma marazına müptela olursa başına iki bela gelir : Kendi zelil olur, alçalır, itibar kaybeder, dinleyen de bıkar, usanır. Halbuki ; "Akıl tam olduğunda söz az olur." Ve "Çok konuşan kimse, doğru söz ehlinden değildir." denilmiştir. ".Ve müderrisler ve vaizler dahi bir nükte ve mes'eleyi hadden ziyade tekrar idüp müstemi'leri (dinleyenleri) bizar (rahatsız) itmemek gerek . ".Ve gayrı kimesne söze başlasa, tamam olmadan kendü söze başlamaya." Hikmet ehli der ki : "Ey akıllı kişi, sözün başı ve sonu vardır, sakın sözün ortasında söz getirme." ".Bir cema'at mübahase ve muhavereye ( bahis açmaya ve konuşmaya) başlasalar, kendünün medhali ( girecek konusu, alakası) olmayınca, (konuşmaya) dahil olmaya." ". Hususan, kendüden büyük kimesne meclisinde, fazlın izhar içün ibtida (önce, ilk) sü'al eylemeye." ".Ve ulular-ıla kinayet-ile (dokunaklı, sitemli) söylemeye. ".Ve avazın i'tidal üzre idüp, ne ziyade ihfa ide (fısıltı gibi), ki müstemi' tekrar sormağa muhtac ola ve ne gayet bülend ide ki, muhataba tahfif (küçümseyici) ve su'-ı edeb (azarlayıcı, terbiye edercesine) ola. Nitekim Kur'an'da " Yürüyüşünde orta bir yolu tut, sesini alçalt." denilmiştir. ".Ref'-i savt ( sesini yükseltmek), ekabir ü üstadlar huzurunda gayet mehruh u menhidür ( yasak, kaçınılması gerekendir). ".Kinayat-ı ba'ide (alakasız uzak sitemler, dokundurmalar) ve elfaz-ı garibe ( tuhaf sözler) isti'mal eylemeye (kullanmaya)." ".Ve tekellüm ( konuşma) zamanında el ile baş-ıla ve göz ile , kaş-ıla işaret eylemeye; meğer işaret-i latife ki , mukteza-yı makam ola.( Yanlış anlaşılmaya) ".Ve mübahase ve münazara itdükde insafa ri'ayet eyleye, hakk kimün canibinden zuhur ider ise tasdik eyleyüp ana müraca'at eyleye. ".Ve bir kimesneden ar itmeyüp, "bu fayideyi fülandan istima' itdüm (işittim,öğrendim) dimekden kaçmaya. ".Ve tamam zaruret olmayınca, münazara ve mübahase itmeye. ".Ve dakik (ince hassas ) nükte ve müşkül mes'eleleri , fehminden aciz (anlayışı kıt) olanlar katında söylemeye." ".Ve ekabire ( büyüklere ) ve fi'l-cümle ta'zimi mühim olan kimesnelere hitab idicek, "sen" dimeye, "siz" diye. ".Ve akran u emsal ile dahi telattuf ve rıfk ile ( lutfederek, yumuşaklıkla, nezaketle) hitab eyleye. ".Ve gıybet ü nemimet ve kizb ü bühtan ve azar-ı merdüm olacak ( insanı azarlayan küçülten) kelimatı söylemekden ve dinlemekden ihtiraz edine (kaçına). ".Ve kelimatı arasında zayid elfaz (fazladan söz olarak) "dinledün mi, anladun mı, berü bak, beni dinle, ma'lum oldı mı ?" ve bunun emsali, getürmekden ictinab ide ( sakına). Sözün özü şudur ki ; tarihi metinlerimiz, günümüze ve yarına ışıklar tutan asırların tecrübelerini taşıyan değerli hazinelerimizdir. Bunların büyük bir kısmı, son 90 yıl içinde yeni harflere kazandırılmış ve istifadeye sunulmuştur. Geçmiş zamanların dil ve üslubunu anlamak, ihtisas sözlükleri elinin altında bulunan çalışkan ve idealist ilim ve irfan ehli için zor değil hatta zevklidir, güven artırıcıdır. Bu sağlam cümle yapılarına dayalı, kesif ve ciddi bir Osmanlı münevverinin kaleminden çıkan eser, ihtişam devirlerimizin hayat felsefesini anlama konusunda da ufkumuzu açmıştır. Okumadan olmaz, bilmeden yazılamaz, konuşulamaz. Onlar ne yaptıklarını biliyorlarmış ve endişe ederim ki bizim dışımızdaki alem bizim klasik kitaplarımızı bizden evvel anlayıp istifade etmişe benziyor. Yukarıda, "deryada damla" kabilinden aksettirmeye çalıştığımız, atalarımızın Osmanlı asırlarında nasıl yaşadığını anlatan bir eserden "hayat felsefesi dersleri" çıkarmaktı. Günümüzün gençleri veya okumuşları "kişisel gelişim kitapları" denilen şöyle veya böyle bir aceleyle hazırlanan yayınların kapak ve isim albenisine koşarken onları,"öz kaynaklarımızda yer alan ve milletimizi hep yücelerde tutan yaşama bilgileri"nden haberdar etmemek; bütün eğitimciler, aydınlar ve devlet adamları için vebaldir. Kısacası; yaşama üslubu kazanmak için, köklerimizden, kaynaklarımızdan yola çıkarak dış alemin de öğretecekleriyle günümüzün milli-evrensel şahsiyetini aramalıyız. Bu mütevazı yazımız , bize bunları paylaşmayı öğretti ve düşündürdü.