“Sen bu dili nerden öğrendin gardaş?” diye sorasım geliyor. Bir de diyorlar ki; “Türkçe elden gidiyor ”muş. Türkçeye bir şey olduğu yok arkadaşlar, aksine derinden derine gürleyerek aktığı gibi, şaşırtıcı güzellikte eserler vermeye de devam ediyor. Fiilllerin, sıfatların, hayatın binbir rengi içindeki varlıkların, Anadolu insanının dilinde dolaşan adları, satırlar ve mısralar boyu akıp gidiyor. Kendinizi, dağların başında, bir ulu ağacın gölgesinde anlatılan büyülü bir masala kaptırmışsınız, motor gürültüleriyle dolu şehri de unutmuşsunuz; üzüle, devine, sevine dinleyip duruyorsunuz anlatılanlar. Sevinir gibiyken üzülüyorsunuz, meraklanırken hayal kırıklıkları yaşasanız da içinizdeki ümit kırıntıları yeniden yeşerip duruyor…

Ve tekrar soruyorsunuz : ” Bu çocuk bu dili kimden ve nasıl öğrenmiş ?” Papatyaya niçin beyaz olduğu sorulur mu ? Sen Yunus musun ki sarı çiçeğe hâllerini sorarsın ? Derviş misin, Molla Kasım mısın ? Fakat sorular dönüp dolaşıp tekrar cevapların peşinde koşuyor.

Kalem sahibi kişi oğlu,“Bu televizyon, telefon, internet çağında, bu çocuk, bu sevimli, aydınlık ve yürek yakan dili nasıl bulmuş ?” Sonra Nasrettin Hoca’nın kavuğuna sığınıp cevabı kendiniz vermeyi karar altına alıyorsunuz.

İmdat AVŞAR bey, Cumhuriyet Türkçesinin bin yıllar öncesinde yoğurulup pişirilen, günümüze ulaşan kıvamını, tadını tuzunu, ana baba diyarında öğrenmiş. Muallimlik yaptığı memleketin şarkına doğru ve Turan şehirlerine uzanan vazife yıllarında ana kaynaklardan okumuş, has adamları dinlemiş, dost meclislerine katılıp konuşmuş, onlarla hemhal olmuş, bizden olduğu kadar yeni bir duyuş ve söyleyiş tarzı da aramış ve bence bulmuş. Çünkü “arayan bulur”. Kendisini samimiyetle alkışlıyorum. Hikâyeciliğimize farklı bir ufuk açtığını düşünüyorum.. Hayatımız hikâyelerle dopdoludur. Mesele onları dillendirebilmekte.

Bu hikâyelerde töre var, haddini bilmek var, haddini aşmak var, efendilik, riya, hürmet, dine saygı, büyüklere itaat, fakirliğe katlanma; kanaatkârlık, isyanlar, insanî zaaflar, çaresizlikler, yalnızlıklar, eli böğründe kalmalar, açlıklar…var da var. “Ne ararsan bulunur, derde devadan gayrı…” Çünkü “derdini demeyen derman bulamıyor.”Avşar beyi, dertli bozkır çocuğunun bitmez tükenmez dertlerine bizi de ortak ederek gönül tellerimizi sızlatıyor.

Hikâyelerde “Ağalığın da abdallığın da bir töresi var.” deniliyor. Kaşlar çatılıp “Duymayın sağır olun, konuşmayın ahraz olun.” oğüdü, kulaklara küpe yapılıyor. Mahallî ağızla “Bizim de annımıza boyun eğmek yazılmış gardaş.” diyen Kör Bekteş “Kendi nefsinin örsünde torunlarının nefsini, dövüyor dövüyor dövüyordu…” ve “Muska suyu içmiş gibi açılınca gözleri” tekrar kendini uyarıyor : “Vardığı yer topal ise yeker, kör ise şaşı bakar..” olmak gerektiğini unutmuyordu.

Bu çocuğun hikâyeleri beni çok duygulandırıyor. Sayfalarda kaybolup bazen güler gibi olduğum yerlerden bazen gözlerim dolu dolu ayrılıyorum, bazen de okumayı bırakıp düşünmeye başlıyorum. İmdat bey bam telimize dokunmayı iyi biliyor. Eminim ki yazarken kendisi de göz yaşlarını hikâyelerine katık etmiştir. Yoksa nasıl bu kadar “yaşar gibi” yazılabilir ki ? Benim çocukluğumu nereden biliyor ? Gayri ihtiyari soruyorum: “Tokat’ın, Amasya’nın, Yozgat’ın çocukları, insanları da 50-60 yıl önce aynı hayatı mı yaşamışlar ?” Hem hayrette hem de memnuniyetteyim. Yoksa, o yıllarda aynı mangalın önünde, titreyen ellerimizi hohlayıp ısıtırken de aynı isli lambanın loş ışığında mı idik her birimiz ? Yoksa her birimizin soluk gri önlükleri ve boynumuzda eğri duran beyaz yakalıkları naylondan mıydı ? Gururla ve biraz da utanarak giydiğimiz Ortaokul şapkamızın ay yıldızı da aynı ince madenden miydi ? Ya naylon kravatımız, diz vermiş pantolonumuzun yer yer solmuş kumaşı da aynı Sümerbank fabrikasında mı dokunmuştu ? O Abdalların dem, can yakan şakalarını Zileli Hüseyin’den mi öğrenmişti ? Oğlu Güccük Bekteş, Taşova’daki Cipçi İsmail’in Gödek Recep’le Yeşilırmak’ın derin yerleri Boğatamı’nda çimmeye giden Yemişenli’lerin kara çocuk muydu ? Haritalar birbirine giriyor. Hemşehrim rahmetli Cahit Külebi haklı galiba: “Daha karışacak bütün sular; Türk Mavisi bulunana kadar..” İmdat bey, gök mavisi üslubuyla bizi Türkçenin has bahçelerinde gezdiriyor, sağ olsun.

Hikâyeleri okudukça benim de yazasım geliyor ama biliyorum ki bu tarz, herkesin harcı değil. Kimine yazmak ve anlatmak, kimine de ferasetle anlayıp dinlemek, okumak ve değerlendirmek yakışıyor. Bilimsel makaleyle mi ? O çalışmaları gençler ve üstadlar yapsın. Ben iki arada bir deredeyim. Hocalık gömleğini çıkarmışım, okuyucu giysisi ile edebî okumaların zevkinde ve tadındayım. Okuma ve anlama zevki, her yaş için yüksek bir meşgaledir,

Bence İmdat Avşar biraderimiz, yeni bir Ömer Seyfettin’dir, üstelik ondan farklıdır, kendine hastır. Dava burada; herkes gibi fakat kendine has olabilmekte. Yazarımız, çay sohbetine buyur eder gibi akıp giden sayfalarda bizi nezaketle ağırladıkça ve konuştukça siz, “Nasıl olmuş da bu köylü çocuğu, bunları yazabilmiş ?” hayreti içinde bu yaman kalem sahibine şükran duyuyor, dilimize kazandırdığı şimdilik 44 hikâye ve sonra sunacağı nice hikâye, şiir ve romanlar hatırına takdir ve saygıyla baş eğiyor, “eyvallah” diyor, sağ elinizi temenna sadedinde, bir Oğuz beyi tavrıyla kalbinizin üzerine koyuyor; “Dili yok kalbimin ondan ne kadar bîzârım !” diye hayıflanan kif’in, aslında tevazu rengi saklayan vakarını kuşanıyor, “Aşk olsun sana İmdat bey.” demeyi vazife addediyorsunuz.

Ben o “Muhterem” hikâyesindeki köylülerin hepsini tanırım. Sanırsın ki yazar, pazarda olup bitenleri benden dinlemiş ve öğrenmiş yahut bizim oralarda gezip tozmuş. Bu çocuk yaman. Büyüyüp de küçülmüş yahut büyükle büyük, küçükle küçük olmanın tahsilini almış, ustalar dizi dibinde çıraklığını yapmış. Yazdıklarıyla beni bu kadar hislendirmesi şart mıydı ? Her hikâyede sanki ayrı bir âlemde başım dönüyor, üzülürken seviniyorum. Okurken dalıp dalıp gidiyorum çocukluğumun pazar yerlerine. Nasıl oluyor da Kırşehir Kaman’ın köylü kadınları, Amasya’nın Taşova’sındaki Kırkharman yahut Kalekale köyünün yenge ve teyzeleriyle aynı kıyafette ve hatta aynı tavır ve edada olabiliyor ? Artık okudukça şaşırmamalıyım, hakikati yaşar gibi okumalıyım. İkinci kitabın sonundan üçüncüye doğru, sakin sakin, bitmeyen dünü yaşamaya devam etmeliyim. 

Sahneler ve insanlar değişiyor. Ancak her birisi birbirinin akrabaları gibi. Sayfalarda değişik bir Reşat Nuri de var. Farklı bir “Anadolu Notları” okuyoruz : “ Emişme vakti, anasını bulamayan kuzular gibi, sağa sola koştururduk..”

Televizyon kanallarının “gerçek hayat hikâyeleri” diye sunduğu, güya pahalı dizi filmlerdeki kafası ve gönlü karışık dengesizler, bu ülkenin çocukları olabilir mi ? O yapımlara kaş çatacak kamuoyu ve üniversiteli gençlik nerede ? Şu kelime kelime, cümle cümle sindirerek okuduğum ve bahsetmeye çalıştığım Avşar beyin kırk hikâyesinden ne kadar zevkli bir dizi film olur ki Ekmek Teknesi, Elveda Rumeli ve Gönül Dağı tarzının yanı sıra yeni bir edebî rekabet ortamına vesile teşkil eder diye düşünmekteyim.

İmdat Beye sormak isterdim; acaba benim 1974’te 22 yaşında taze bir öğretmenken Yozgat’ın Çekerek’indeki fakirane kira evimde göz yaşlarıyla okuduğum, rahmetli M. Niyazi ÖZDEMİR’in Var Olmak Kavgası romanını da okuyup orada anlatılanların derdine düşmüş müydü ki daha acılarını hikâyelerinde yansıtıyor ? İmdat beyin hikâye dili mensur şiiri andırıyor. Yaralayıcı, acı bir tebessümle eşlik ettiğimiz satırlar, kara mizaha tatlı bir akşam hüznü katsa da biz bozkır diyarı çocuklarının hayat maceralarına yabancı değiliz. Biz yarı şehirliler, Prof.Dr.Mehmet Kaplan hocamızın çok beğendiğim “Mukaddes Uçurum” yazısındaki köylülere de aşina olan ruhlarız ve onların torunlarıyız. “O ruh yarığı gibi ela gözler”deki ıstırabı da anlar, bozkır insanının suya hasret kalmış çatlak dudaklarındaki sabırla manalı tebessümlerini de sezeriz.

İmdat Beyin hikâyelerindeki tipler, tam da Oğuz Türkçesinin Malazgirt sonrası, bin yılda kıvam kazanan şiirli, sitemli, dokunaklı üslubuyla hayat kazanan ve şekillenen insanlardır. Siz de yaşıyor gibi sayfalara sinen o satırlara dalıp giderken kaç bin senedir tanıdığınızı sandığınız bu insanlara “ezelden âşina” olduğunuza tekrar tekrar inanırsınız. deta bir lisan büyüsüne kapılmış gibisinizdir. “Bu yazarlar bizimle oyun mu oynuyorlar ?” diye düşünür onların Şamanların soyundan gelip gelmedikleri şüphesine düşersiniz.

Bu 55’ini yeni aşmış kalem ustası, apaşikâr belli ki, Nasrettin Hoca ile Yunus Emre’nin manevî soyundan gelmedir ve onların asırlar öncesinden ruh akrabasıdır. Hikâyeler içinde bizi alıp ikide bir Kırşehir’in Kaman’ına götüren, “Nereden buluyon bu lafları ?” dedirten, tam gülecekken ağlamaklı yapan, geri gelmeyecek günlerin hatıralarına daldıran – şimdilik- 44 hikâye, erbabına malum değilse ben ne diyebilirim ki ?

Doğrusu; İmdat Avşar beyin hikâyeleri, beni aldı, şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy gezdirdi, canımdan bezdirdi, üzdü, huzurumu kaçırdı. Bir solgun akşam vaktinde, bilmem nerede, köşe başında bir kara taşın yanına getirdi, tefelsüfe daldırdı. Bu toprağın hikâyelerini yazan, asırlık Cumhuriyet’imizin bilhassa öğretmenleri ve onların çocuklarınca anlaşılmalı ki Anadolu coğrafyasının hamurkârı analar, bacılar, yiğitler, türkülerde “Bizim eller ne güzel eller..” diye söylenen diyarların insanlarının iç âlemleri ve dışa vuran renkleriyle mutlaka anlatılmalı, şiire, edebiyata, romana, hikâyeye, senaryoya, besteye yansımalıdır. Gökalp’ten beri bu söyleniyor, yazılıyor. Bence şaheser çoktan uyanmış, güneş dağların tepelerini aşarak ovalara yaylalara, şehirlere uzanmıştır . Ortaya konulan ve konulacak olan eserler, çok sayıda teze konu olmalı; Reşat Nuri’den İmdat Avşar’a, Ö.Seyfettin’den Recep Kayalı’ya, Sait Faik’ten Sevinç Çokum’a kadar onlarca isim ve eserin karşılaştırmalı yorumları yapılmalıdır.

İmdat Bey, okumuş ve öğrenmiş, âlimleri ve ârifleri dinlemiş, belli ki önlerinde diz çökmüş, memleketi içinden tanımıştır. Mevcut kalem ve ilim sahipleri bize yetmez. Yeni yarışmalarla yeni kalemlere imkânlar açılmalıdır. Çoraklaştırılmaya çalışılan erenler diyarı bu toprağın buğusu yüreklerde tüterken, bilim ve gayret erbabı da yavanlığı, kuru laf kalabalığını bir tarafa bırakıp rahmetli hocalarımdan N. Sami Banarlı’nın mükemmel tavsifi olan “Millî Romantizmin İdraki”ni bilim ışığında sağlayacak tedbirleri almalıdır. Bizi bize anlatanları insaf ve mantık ölçüleri içinde yorumlamalı, düşündürmeli, yeni ufuklara yönelmeliyizdir.

İmdat Avşar biraderimize teşekkürlerimizle, yeni kitaplarında tekrar kendimizi bulmak, kendimize tekrar bir başka zaviyeden bakmak temennilerimizle hasseten tebriklerimizi sunuyor, “meğerse meydan içinde merdaneler varmış” diyoruz…