Süleymanpaşa İlçemizin Değerli Basın Mensupları; basın toplantısına katılımınızdan dolayı hepinize teşekkür ederim. Sözlerime başlamadan önce; İlçemizde de hissedilen, 30 Ekim Cuma günü merkez üssü İzmir'in Seferihisar açıklarında meydana gelen, büyüklüğü AFAD tarafından 6.6, Kandilli Rasathanesi'nce ise 6.9 olarak açıklanan depremde, hayatını kaybeden vatandaşlarımızı rahmetle anıyor, ailelerine baş sağlığı diliyorum. Yaralanan ve hastanelerde tedavisi devam eden vatandaşlarımıza ise acil şifalar diliyorum. Bir kez daha ülkemizdeki deprem gerçeğiyle maalesef ki yüzleştik. Milletimizin başı sağolsun. "İMAR BARIŞI İLE ÜLKEMiZDE YAŞANACAK AFETLERDEKİ ÖLüMLERİ RESMİLEŞTİRDİLER" Deprem yaralarının sarılmaya çalışıldığı günlerde eleştirmek istemiyoruz Ama, iktidarın bütçe açığını kapatmak ve gelir sağlamak amacıyla yaptığı İmar Barışının adeta bir cinayet olduğunu ve afetlerde hayatını kaybedecek vatandaşlarımızın kanının iktidarın eline bulaşacağını söylemiştik. Tekrar etmek istiyorum; ülkemiz genelindeki konutların yüzde 44'ü 1'inci derece, yüzde 25'i ise 2'nci derece deprem bölgesinde yer almaktadır. İmar Barışına kadar, yaklaşık 12-13 milyon konut kaçak yapı kapsamındaydı. Bunlara hiçbir devlet kontrolü olmaksızın belge verildi. Ayrıca, mülkiyet ve imar sorunu olan bu ruhsatsız yapıların yanında, ruhsatlı fakat imar mevzuatına aykırı olarak eklentileri olan tüm yapılar maalesefki af kapsamına alındı. Mühendislik hizmeti almayan yapıların güçlendirilmesi veya yıkılıp yeniden yapılması gerekirken, kaçak olarak yapılmış yapıların deprem güvenlikleri, yapı sahibinin kendi beyanına bırakılarak, sağlıklı bir kentleşme anlayışı yok sayıldı. İmar affı; bilime, tekniğe, mühendislik ilkelerine uygun olarak kontrol edilip, gerekli çalışmaları yapılıp, yönetmeliklere göre onay verilmediği sürece, belge düzenlenen yapıların depremde ne olacağı bilinemeyeceğinden, depremlerde yaşanan sıkıntıların artmasının önüne geçilemeyecektir. Tekrar söylüyorum; biz bu hususu daha önce defalarca dile getirdik, demekten zul duyuyorum. Ama, bunları söylediğimizde iktidar yandaşı olanlar bizleri, millete yapılan hizmeti hazmedememekle ve dar görüşlü olmakla suçladılar. Oysa; "Perşembe'nin gelişi Çarşamba'dan bellidir" İktidar, yurt genelinde yapı stokunu iyileştirmek yerine kaçak binaları 'İmar Barışı' ile affetti ve böylece daha büyük facialara kapı aralandı. Türkiye'nin dört bir yanında milyonlarca yapı, denetim yapılmaksızın, sahiplerinin beyanı doğrultusunda 'Yapı Kayıt Belgesi' aldı. İmar affı bahanesiyle, insanlarımız sağlıksız binalarda yaşamak zorunda kaldı. Daha önce yıkılmasına karar verilen yapılar dahi, İmar Barışı'ndan yararlandı. İzmir'deki Rıza Bey veya Emrah apartmanı gibi binlercesine devlet eliyle belge verildi. Adeta iktidar vatandaşına mezar ev belgesi verdi. İktidarın yürek yaralayan açıklamaları var; "imar barışıyla şu kadar para kazandık" diye. Sonuçta sistemi döndürmek için para toplamaya yönelik bir şeye vatandaşımız kurban ediliyor. İktidar vatandaşın yastık altındaki kefen parasına göz koymuş. Çıkarttırmak İçin türlü oyunlar sergiliyor. Bunlar hep deprem sırasında akla geliyor, üzerine konuşuluyor ama sonrasında bir sonraki afete kadar unutuluyor. Hatırlatmak istersen "Millet Düşmanı", "Bozguncu" etiketi yapıştırılmak isteniyor. Oysa yapılması gereken ülke genelinde başlatılacak, depreme karşı kapsamlı bir çalışmadır. Yapıların hepsinin uzman ekiplerce kontrol edilmesi gerekir. Bunun alt yapısını oluşturmak bile zaman alacaktır ve çok önemlidir. Gecikmiş bir çalışma olmasına rağmen hiç yapmamasından iyidir. İZMİR DEPREMİ BİR DÖNÜM NOKTASI OLMALIDIR İmar affının hemen ardından gerçekleşen Elazığ ve Bingöl depremleri ülke kamuoyunda gerekli etkiyi maalesefki yaratamamıştır. İktidar depremdeki ölümleri Allah'ın takdiri olarak lanse etmekte ve sorumluluğu yaradana atarak kendi hatalarının örtbas etmeye çalışmaktadır. İzmir depremi; yaşanması kaçınılmaz olan, ancak zamanı bilinmeyen Marmara depreminin öncesinde, bir uyarı olarak algılanmalıdır. Ülkemizin kent planlama ve imar politikalarının dönüşümü için, kentlerin ve evlerimizin "öldürebilir değil, yaşanabilir olması" için bir dönüm noktası olmalıdır. Ateş düştüğü yeri yakar. Ateş'in evimize de düşmesi an meselesiyken, sevdiklerimizi kaybetmeden veya biz zarar görmeden, gelin hep birlikte devletin gerekli adımları atması ve vatandaşına sahip çıkması için sesimizi yükseltelim. Rant odaklı yapılan planlamalar yeniden ve acil olarak yenilenmeli ve devlet kontrolünde ciddiyetle ele alınarak gerekli adımlar atılmalıdır. BUĞDAY İTHALATI MAKARNA İHRACATI İÇİN Mİ YAPILIYOR? Buğday ithalatında gümrük yıl sonuna kadar sıfırlandı. AKP cephesi ithalatın makarna ve un ihracatı için yapıldığını savunuyor. Ancak veriler sorunun bu kadar basit olmadığını ortaya koyuyor. Resmi Gazete'de yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararı ile 31 Aralık 2020'ye kadar buğday, arpa, mısır ithalatında gümrük vergileri sıfırlandı. Buğday ithalatında yüzde 45, arpa ithalatında yüzde 35 ve mısır ithalatında yüzde 25 oranındaki gümrük vergileri 1 Ocak 2021 tarihine kadar yüzde sıfır olacak. Şimdi, AKP cephesinden isimler kararı "ihracat için ithalat şart" diyerek olumlu göstermeye çalışıyorlar. Buna göre Türkiye, buğdayda kendi kendine yetebilir durumda fakat makarna ihraç etmek için buğday ithal ediliyor. Buğday ithalatının makarna ihracatı için yapıldığına dönük bu tez iktidar cephesinin tek savunması durumunda. Oysa, hububat ithalatına ilişkin olarak, bu ürünlerin tümünün hammadde ya da tarım ürünü olması itibariyle değil, aynı zamanda ne kadar çok sayıda ürünün içerisinde, bir hammadde olarak yer aldıklarını da göz ardı etmemek gerekir. Türkiye unutulmasın dünyada şu anda en iddialı makarna üreticilerinden bir tanesidir. Öyleyse, "makarna ihracatı için buğday ithalatı yapıyoruz" tezinin ne kadar kuvvetli olduğunu sorgulamak gerekir. 1- Ekmeklik buğday da ithal ediliyor İthal edilen buğdayların tümünün makarna imalatında kullanıldığı iddiası maalesef ki doğru değil. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre 2019 yılında toplam 9,8 milyon ton ithal edildi. Bu buğdayın 8,4 milyon tonu ekmeklik, 1 milyon 453 bin tonu ise makarnalık buğdaydan oluştu. Böylece 2002 yılında 1 milyon 116 bin ton olan buğday ithalatı bugün 10 milyon ton sınırına ulaştı. İktidar politikalarını savunanlara göre ise ithal edilen ekmeklik buğday da un yapılıp ihraç ediliyor. 2- Buğdayda kişi başına üretim azalıyor TÜİK verilerine göre 1990'da üretim neyse 2019'da üretim aynı. Ancak bu süre içinde nüfus 50 milyondan 83 milyona dayandı. Yine TÜİK'in nüfus projeksiyonları adlı çalışmasına göre ülke nüfusu 2040'ta 100 milyonun üzerine çıkacak ki bu durumda mevcut üretim yurtiçi tüketime dahi yetmeyecek. Bu nedenle öncelikle yurtiçi üretimi korumak ve planlı biçimde gelecek yıllarda artırmak gerekiyor. Tarım ve Orman Bakanlığı verilerine göre buğday tüketimi geçen yıl 18,8 milyon ton, üretim ise 19 milyon tondu. Bakanlığın haziran ayı Buğday Bülteni'ne göre "2018/2019 pazarlama yılı toplam buğday tüketimi 18,8 milyon ton, ekmeklik buğday yeterliliği yüzde 100 civarındadır" ifadesi yer alıyor, yeterlilik yüzde 100'dür denmiyor. Çok yakın gelecekte nüfus artışıyla beraber buğday yeterliliğinin kalmayacağı ortada. 3- İthalat yerli üreticiyi mahvediyor Özellikle İç ve Doğu Anadolu'da şartların sulu tarım yapılmasına imkan vermemesi çiftçiyi arpa, buğday ekimine mecbur bırakıyor. Ancak bir yandan türlü sorunlar ve girdi maliyetleriyle mücadele eden buğday üreticisi, ithalat yüzünden bir de dünya çiftçisiyle rekabete zorlanıyor. Ancak pek çok ülkede buğdaya verilen teşvikler çok yüksek olduğu için çiftçinin rekabet gücü bulunmuyor. Sorunun diğer boyutu ise sosyolojik; net göç veren illerin başında da buğday ambarı kabul edilen İç ve Doğu Anadolu illeri geliyor. "Çiftçimiz eşit olmayan bir yarış içinde" Yapılan bu uygulama sanayi üreticisi, yani gıda işletmecileri için olumlu bir uygulama olabilir. Fakat çiftçimizi, tahıl üreticisini düşünecek olursak, durum hiç iç açıcı değil. İktidar bu konuda büyük bir hata yapıyor. Buğday-ithalatı-makarna-ihracatı-icin-mi-yapılıyor? Şöyle ki; ithal ürünü daha düşük maliyetle elde eden gıda işletmeleri iç piyasadaki üretici çiftçimizin ürününü tercih etmeyince doğal olarak çiftçimizin malı değer kaybına uğrayacak. Zaten zor şartlar altında üretim yapmaya devam eden çiftçimiz bu sefer de eşit olmayan bir yarış içine girmiş olacak. İthal ürün karşısında güç kaybederek erimeye devam edecek. Hele de üretmenin toprağı işlemenin ne kadar değerli olduğunu anladığımız şu salgın günlerinde böylesi uygulamalar maalesef çiftçimizi derinden üzüyor. 4- Dünya buğdaya yatırım yapıyor Türkiye'nin buğday üretimi yerinde sayarken, ülkenin bölgedeki komşuları buğday üretimine ağırlık veriyor. Burada da Ukrayna, Rusya ve Kazakistan başı çekiyor. Türkiye'nin buğday üretimi yerinde sayarken Rusya buğday üretiminde gaza basmış durumda. Rusya'nın üretimi ile Türkiye'nin üretimi yıllara göre şu şekildedir; Rusya Türkiye 2004 34 milyon ton 21 milyon ton 2009 63,7 milyon ton 17,8 milyon ton 2019 75 milyon ton 19 milyon ton SARAY HÜKÜMETİ VE ÜLKEMİZİN TARIM GERÇEĞİ Sadece 2019 yılında tarım dış ticaretinde yaklaşık 4 milyar dolar açık verildi. Yem, gübre, ilaç, tohum ve makine konusundaki dışa bağımlılık, döviz kurunda meydana gelen artışlar nedeniyle çiftçinin üretim maliyetini önemli ölçüde artırmıştır. Buna karşın Saray Hükümetinin çiftçiyi bu yükten korumak için attığı somut adım yoktur. Türkiye ekonomisi uluslararası ticaretle bağlarını artırdıkça tarımsal üretimdeki yerel ve bölgesel üretimin geleneksel yapısı zayıflamış ve tarımda net ithalatçı konumuna düşürülmüştür. Oysaki tarım sektörü; ♦ İstihdam sağlaması, ♦ Ülke insanın gıda ihtiyacını karşılaması, ♦ Sanayi sektörüne girdi temini ve ♦ Üretim ve ihracatla ülke ekonomisine katkı vermesinden dolayı vazgeçilmez önem taşımaktadır. Ülkemizde tarım sektörü büyük potansiyele sahip olmasına rağmen, temel gıda maddelerinde, her geçen gün dışa bağımlılık yükselmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren özel önem ve teşvikle ele alınan tarım politikalarıyla dünyada kendi kendine yeten 7 ülkeden biri konumuna gelerek ülke ekonomisi açısından da önemli bir taşıyıcı olan tarım sektörü 16 yıllık AKP iktidarında olduğu gibi 2 yılını tamamlamış olan Saray iktidarının rant politikalarına kurban edilmeye devam ediyor. Sorumlu Tek Adam Rejimi Tek adam rejiminde, ♦ Tarım alanlarımız ve doğa, rant uğruna enerji ve inşaat sektörüne kaynak yaratmak adına hoyratça yok edilmekte, zengin topraklarımız yabancı sermayeye satılmaktadır. ♦ 2017 yılı Şubat ayında yani rejim değişikliğinin hemen öncesinde KHK ile Saray rejimine ek kaynak yaratmak amacıyla Milli zenginliğimiz olan Cumhuriyet kurum ve kuruluşları satılmakta, varlık fonuna devredilmeye devam edilmektedir. 2 yıllık Saray iktidarında Türkiye Varlık Fonu'na şimdiye kadar; Ziraat Bankası, Halk Bankası, Vakıfbank, Türk Telekom, Türk Hava Yolları, İzmir Alsancak Limanı, Türkiye Denizcilik İşletmeleri, PTT, BOTAŞ, Türkiye Petroller, ÇAYKUR ve Eti Maden İşletmeleri gibi Türkiye'nin öncelikli 8 sektöründen 22 kurum devredilmiştir. ♦ Ülkemiz tarımsal girdiler ve temel gıda ürünlerinde (buğday, pirinç, mısır ve ayçiçeği başta olmak üzere) dışa bağımlı hale gelmiştir. ♦ Öte yandan, tarımsal üretimde kullanılan gübre, mazot, tohum ve zirai ilaç gibi temel girdilerde büyük ölçüde dışa bağımlılık, çiftçilerimizin üretim gücünü zayıflatmıştır. Uygulanan tarım politikası ile ülke nüfusu artarken yurt içindeki tarımsal üretim her yıl biraz daha azalmıştır. Bu sorunu, bitkisel ve hayvansal ürünlerin toplam dış ticareti ile ürün bazlı dış ticaret istatistiklerinde görmek mümkündür. Dış ticarette açık verilen kısım, stratejik olarak en önemli kısımdır. Türkiye, yıllardır sürdürülen politikalar ile bitkisel ve hayvansal ürün dış ticaretinde net ithalatçı durumuna düşürülmüştür. Saray Hükümeti de açıklamalarında, bu stratejik alandaki kendi kendine yetme halinden dışa bağımlı hale gelmiş olmamızı saklamak amacıyla sürekli olarak toplam dış ticaret verilerini kullanmaktadır. Sadece 2019 yılında tarım (bitkisel ve hayvansal ürünler) dış ticaretinde yaklaşık 4 milyar dolar açık verilirken, yem sektörü, 12,5 milyon tona yakın tarımsal hammadde ithal etmiş ve karşılığında 3,3 milyar dolar düzeyinde ithalat faturası ödemiştir. Yem sektörü, 2019 yılında 25 milyon tona yakın yem üretebilmek için 13 milyon ton ithalat yapmıştır. Bu durum, sektörün dışa bağımlılığının %50'nin üzerinde olduğunu göstermektedir. Tarım sektörünün tehlikeli dışa bağımlılığı, tarımsal üretim için gereken girdilerle ilgilidir. Yem, gübre, ilaç, tohum ve makine (ve parçaları) konusundaki dışa bağımlılık, döviz kurunda meydana gelen artışlar nedeniyle çiftçinin üretim maliyetini önemli ölçüde artırmıştır. Buna karşın Saray Hükümetinin çiftçiyi bu yükten korumak için attığı somut hiçbir adım yoktur. Maliyet artışının yanında, koronavirüs salgını etkisi nedeniyle, bu girdilerin ithalatında yaşanabilecek herhangi bir aksaklık, tarımsal üretimi de sıkıntıya sokacaktır. Tarımsal ürün ihraç eden sanayicilerin son dönemde artan bir oranda, ülkemizden de kolaylıkla karşılanabilecek birçok ürünün ithalatına yöneldikleri ve Saray Hükümetinin da bunu destekleyen politikalar izlediği görülmektedir. Oysa Tarım gibi Stratejik bir sektörde yapılacak en büyük hata dışa bağımlılıktır. Özellikle makroekonomik ortamın kırılgan olduğu ülkelerde ürünler ve girdilerde dışa bağımlılık, hem tarım sektörü ve çiftçileri hem de gıda güvenliği riski nedeniyle tüm ülkeyi ateşe atmakla eşdeğerdir. İktidar, yandaş sermayeyi mutlu etme hedefi çerçevesinde, tarım sektöründeki yandaş ithalatçıları, tüccarları, aracıları ve tarıma girdi sağlayan kesimleri kayırarak bunu bir sermaye birikim modeli olarak benimsedi. Kendi Kendine Yeten Bir Tarım Ülkesi Ne Demektir? Artık kendi kendine yetebilecek bir tarım ülkesi olmadığımız aşikârdır. Bunun nelere mal olduğu ve önümüzdeki süreçte artarak karşımıza gelecek olan tahribatı ise yeterli önemle ele alınmamakta hatta "uçuşa geçen Türkiye ekonomisi" masalını güçlendirecek bir algıya malzeme olarak kullanılmaktadır. "Paramız var ki ithal ediyoruz" gibi sorumsuz ve ne bilimsel ne de fayda gerçekliği olmayan böbürlenme siyaseti; üretim döngüsü kırılmış, geri dönüşü olmayan tüketim ekonomisinin korkunç yüzünü gizlemektedir. Örneğin pandemi sürecinde sınırların ticarete kapanmasıyla kıtlık ile sınanma tehdidi ya da üretimiyle ülke ekonomisine yüksek katkısı olan şeker fabrikalarının satışıyla milli gelirdeki kayıp gibi çarpıcı sonuçları görünmez kılmaktadır. Tek Adam Keyfi Yönetimi dönemine hazırlık olarak seçime çok kısa bir süre kala yangından mal kaçırırcasına Türkiye Şeker Fabrikaları AŞ'ye (Türkşeker) ait 25 şeker fabrikasından 13'ü olan Afyon, Alpullu, Bor, Burdur, Çorum, Elbistan, Erzincan, Erzurum, Ilgın, Kırşehir, Muş, Turhal ve Yozgat şeker fabrikaları özelleştirilmişti. Takip eden süreçte şeker üretiminde görünen ciddi düşüşlerle birlikte, Türkiye'nin dünya şeker üretimindeki yeri de sarsıldı. 2018'e kadar Türkşeker ile dünya şeker üretiminin zirvesinde yer alan Türkiye, dünyanın ilk 20 şeker şirketi sıralamasında artık yok. Bu durum Türkiye'nin şeker üretiminde alt lige düştüğünü acı bir şekilde göstermektedir. İthal Bağımlılığı Artıyor Bazı tarım ürünlerini incelediğimizde kendi kendine yetemeyen ülke gerçeğimizi daha iyi görebiliriz. Gıda sanayii içinde hem miktar hem de değer açısından en büyük pay, buğday ve buğdaydan üretilen işlenmiş ürünlere aittir. Her yıl buğday ithalatımız biraz daha artarken 2019 yılında da toplam buğday üretimimiz 19 milyon ton olarak gerçekleşirken, 9,8 milyon ton buğday ithalatına 2,3 milyar dolar ödeme yapıldı. Bu ithalat Cumhuriyet Döneminin ithalat rekorudur. Dünya buğday ithalatında birinciyiz. 2019'da Cumhuriyet Dönemi'nin ithalat rekorlarına kısaca bir göz atalım: ♦ 14 milyon ton hububat ithalatına 3,2 milyar dolar ödeme yapıldı. ♦ 3,6 milyon ton mısır ithalatına 703 milyon dolar ödeme yapıldı. ♦ 1 milyon 48 bin ton yağlık ayçiçeği tohum ithalatına 418 milyon dolar ödeme yapılırken aynı zamanda Dünya ayçiçeği ithalatında da birinci olduk. ♦ 81 bin ton patates ithalatına 44 milyon doları yabancı ülke çiftçilerine ödedik. ♦ 116 bin ton kuru soğan ithalatına 34 milyon dolar cebimizden yabancı ülkelere gitti. ♦ 28 bin ton zeytinyağı ithalatına 47 milyon dolar ödeme yapıldı. İthal edilen zeytinyağının %98,5'i Suriye'den yapıldı. ♦ 172 bin ton susam ithalatına 267 milyon dolar ödeme yapıldı. Cumhuriyet Döneminde kırdığımız ithalat rekorları sadece bunlarla sınırlı değil. Aynı yıl, 510 bin ton arpa ithalatına 109 milyon dolar ödeme yaparken; 154 bin ton pirinç ithalatına 102 milyon dolarlık ödeme yapıldı. Pirinç ağırlıklı olarak Çin, İtalya ve Yunanistan'dan alındı. 2019 yılında 951 bin ton pamuk ithalatına 1,6 milyar doları yine yabancı ülke çiftçilerine ödemiş olduk. Şeker fabrikalarını özelleştirmenin ardından ise Brezilya, Cezayir ve Fas'tan 65 milyon dolarlık 169 bin ton şeker ithal ettik. 2019 yılında Uruguay, Brezilya ve Çekya'dan 689 bin büyükbaş hayvan ithal ederken, 82 bin baş koyun ithalatına 14 milyon dolar ödeme yaptık. Aynı yıl, 75 bin ton tohum ithalatına 155 milyon dolar, 52 bin ton zirai ilaç ithalatına 397 milyon dolar, 4.9 milyon ton gübre ithalatına 1.3 milyar doları kasamızdan harcadık. Tarım ve hayvancılığın tamamen dışa bağımlı hale geldiği Tek Adam Keyfi Hükümeti döneminde, çiftçilerin bankalara olan borcu 108 milyar TL'ye çıkarken Çiftçi başına bankalara olan borç ise 2019 yılında 52.000 TL'ye yükseldi. 2019 yılında çiftçi sayısı 2 milyon 83 bin 22 kişiye düşerken, tarım sektöründeki toplam çalışan sayısı 5 milyon 97 bin kişiye inmiş oldu. Bu ithalat ve destekleme rakamları da açıkça göstermektedir ki, Saray Hükümeti işbaşına geldiğinden bu yana Türkiye'de tarımı küçültmek, çiftçiyi ithalatla terbiye etmek ve yerli üretim yerine dışalıma yönelmek için her türlü gayreti göstermiştir. Bir başka deyişle, Saray Hükümeti, yerli üreticiyi değil başka ülkelerin çiftçilerini desteklemiştir. Saray Hükümeti'nin pandemi başlamadan önceki ayları kapsayan ve ülkemizde kolayca üretilebilecek bazı tarımsal ürünlerin 2020'nin ilk 8 ayındaki ithalat oranları inanılmaz boyutlara ulaştı. 2020 ilk 8 ayında yapılan ithalat bir önceki yılın aynı dönemine göre; Kolza %8 bin 69, taze sarımsak %7 bin 209, kuru sarımsak %452, arpa %299, bezelye %146, çeltik %111, mercimek %89, bakla %80, nohut %73, şeker %58, muz %48, yer fıstığı %42, soya fasulyesi %22, susam %19, badem %19, çay %16, pamuk %10 arttı. 2020 yılının ilk 8 ayında ortaya çıkan dış ticaret açığı 3 milyar $'ı aşmıştır. Öte yandan AKP Genel Başkanının pandemiyle mücadelede ilave bir destek gibi lanse ederek açıkladığı fiyatlar, ithal fiyatlarının altında kalmıştır. Saray Hükümeti, yurtdışındaki çiftçilere, Türkiye'deki üreticilerden daha fazla destek vermeye devam etmektedir. Türkiye tarımı, uluslararası ticaretin yapısından etkilenmiş ve sürecin devamında tarım ülke içinde ithalattan bağımsız yapılamaz hale getirilmiştir. İktidarda olan hükümet neo-liberal politikaların hayata geçirilmesinde önemli rol oynamış, tarım ve gıda sektörünün daha fazla şirketleştirilmesi amacı ile yeni projeler üretmiştir. Yerli ve Milli Masalı 2018 yılında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçilmesi ile Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ile Orman ve Su İşleri Bakanlığı birleştirilmiştir. Sektörün paydaşları ile istişarede bulunmadan, hatta paydaşlardan özenle gizlenerek hazırlanan Tarımda Milli Birlik Projesi ile tarım sektörünün kamusal örgütlenmesini genelleştirerek küçülten, taşra örgütlenmesini ortadan kaldırıp merkezde işlevsiz hale getirerek etkisizleştiren, kurumsal uzmanlaşmaya, konu bazlı çalışmaya imkân vermeyen bir yapı ile ülkemizin ve halkımızın yararına olmayan bir uygulamaya gittikleri anlaşılmaktadır. Tarımda Milli Birlik Projesi, daha önce örneklerini gördüğümüz birçok çalışmada olduğu gibi, konuyla ilgili tarafların ve bilimsel çevrelerin görüşleri alınmadan, kamuoyunda tartışılmadan "yaptık, oldu" mantığıyla hazırlanmıştır. Tarımsal üretime ve kırsal alana ilişkin sorunların çözümü yerine, kamunun tarım alanındaki düzenleyici, destekleyici ve denetleyici işlevleri kaldırılmaktadır. "Milli ve Yerli" başlığı altında popülist ve iç politikaya yönelik söylemlerde bulunarak kendi seçmen kitlesini konsolide etmeye çalışan bu hükümet başkanı ve damadı olan bakanın tarım ve hayvancılığı yerli ve milli bir hale getirmekten anladıkları yok ettikleri yerli tohumların yabancı sermayenin zincir mağazalarında satışı gibi oksimoron bir sosyal sorumluluk projesiyle halkı aldatmaktan başka bir şey değil. Bugün 1 milyon 200 bin ton tohum üretiyoruz diyen hükümet şunu görmek zorunda; bu tohum, Türkiye Cumhuriyeti'nin yerli tohumu değil, yüzde 80'lere varan miktarı yabacı şirketlerin. Bayer, Monsanto, Syngenta, Limagrain gibi devasa şirketlerin, ABD, Almanya, Fransa gibi ülkelerin. Yani o 1 milyon 200 bin ton tohum bizim değil ve o tohumun her sene fiyatı artıyor. Ülkeyi gıda güvenliği konusunda dışa bağımlılıktan kurtarmadan ülkede gerçekleştirmesi vaad edilen her yerli ve milli proje inandırıcılıktan yoksun, bilimsel altyapıdan uzaktır. Tek adam rejimi "yaptım, oldu" anlayışından vazgeçmediği sürece bir tarım ve hayvancılık ülkesi olarak anılan Türkiye, artık yitirdiği bu özelliğini açık ve net bir biçimde yeniden kazanamaz duruma gelecektir. Tek Adam Rejimi Tarıma Ne Yaptı? AKP'nin tek adam rejimi ve neo-liberal ekonomi politikalarıyla tarımın şirketleşme ve finansallaşması tarımda uluslararası şirketlerin hâkimiyetini arttırdı. Saray Hükümeti, şirketlerin hâkim olduğu tarım-gıda sistemi anlayışıyla; ♦ Tarımsal kamu kuruluşlarını özelleştiren ya da işlevsizleştiren, ♦ Tarımsal desteklerini çiftçiden değil şirketten yana kullanan, ♦ Sadece endüstriyel üretim için gerekli olan mevsimlik işçiliği güçlendiren, ♦ Tarımsal üretim için gerekli olan hammaddelerin yüksek ücretlerinden dolayı tarımı sermaye yoğun bir üretim şekline dönüştüren, ♦ Sözleşmeli tarımla çiftçiyi işçileştirip gıda sanayisine mahkûm bırakan, ♦ Kent ve kırı birbirinden uzaklaştırarak tarımsal üretime yabancılaştıran ve ♦ Gıdada market dağıtım kanallarını güçlendiren gıda rejimini kurmuştur. Böyle bir rejimin kurulmasını sağlayan Saray Hükümetinin, "kendi kendine yeterlilik", "bağımsızlık", "yerel ve demokratik üretim sistemi" "çiftçinin üretim için desteklenmesi" gibi söylemleri samimiyetten yoksundur. Bugün Trakya çiftçisi bile verimli tarım topraklarına rağmen kredi borcu batağına saplanmış durumdadır. Yetersiz tarım teşvikleri, bilinçsiz ekim politikaları nedeniyle, çiftçimiz devlet tarafından sermayenin kucağına itilmiş durumdadır. Borçla borç ödemeyi alışkanlık haline getirmiş olan Saray Yönetimi göz boyamaya devam etmek gayreti içerisindedir. Milli oluyoruz, her şeyimiz milli ve yerli oldu kandırmacasıyla, slogan atan iktidar ithalatlarla ve yabancı hibrit tohumla çiftçimizi el açar duruma getirmiştir. Halkın partisi olan, her zaman emeğe saygılı ve emekçinin yanında olan CHP buna izin vermeyecektir. Ulu önderimiz Atatürk'ün; "Türk köylüsü "Efendi" yerine getirilmedikçe memleket ve millet yükselmez!..." sözü bu konuda düsturumuz, her zaman cumhuriyet ilkeleri kılavuzumuzdur. Sözlerimi noktalarken, Güzel İzmir'e ve vatan sevdalısı İzmirlilere bir kez daha geçmiş olsun diyorum. "Deprem değil, bina öldürür." Bilim ve aklın ışığında çalışmayı ve milli duygularla çağdaş devletler arasında yerimizi almayı hedef gösteren başta Ulu Önderimiz Halaskargazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları olmak üzere, bağımsızlığımızı borçlu olduğumuz tüm şehitlerimizi ve aramızdan ayrılan gazilerimizi rahmetle, yaşayan gazilerimizi minnet ve şükranla anıyorum. Bugün parti binamıza gelerek, sabırla beni dinlediğiniz için, siz değerli basın mensubu dostlarıma teşekkür eder, saygılarımı sunarım
Editör: TE Bilisim